Cambridge Üniversitesi öğretim üyesi, ekonomi Doçenti Özge Öner: Türkiye mutsuzlar için harika bir yer
Cambridge Üniversitesi öğretim üyesi, ekonomi Doçenti Özge Öner, “Türkiye mutsuzlar için harika bir yer” dedikten sonra ekledi: “Yurt dışında yalnız mutsuz olacağına, burada kolektif bir mutsuzluğun parçası oluyorsun”
![Cambridge Üniversitesi öğretim üyesi, ekonomi Doçenti Özge Öner: Türkiye mutsuzlar için harika bir yer](https://image.patronlardunyasi.com/crop/967x645/static/content/25-02/14/turkiye-mutsuzlar-icin-harika-bir-yer.jpg)
Ekonomi doçenti Özge Öner’in Oksijen gazetesinde yer alan çarpıcı yazısı şöyle:
Bir taraftan en olmayacak insanlar hapisteyken, diğer taraftan asıl suçlara cezasızlık toplumsal güveni yerle yeksan etti. Ardı arkası kesilmeyen hukuk garabetleri üzerine laf etmenin kendisi dahi suç. Özgürlüğün bir hak olmaktan çıkıp, sürekli savunulması gereken bir lükse dönüşmesi, insanı yorar. Ve bu yorgunluk, mutsuzluğun en büyük kaynaklarından biri.
İşte biz böyle bir mutsuzlukta birleştik TÜİK’in 2023 yılı için yaşam memnuniyeti araştırmasında 18 ve üzeri yaştaki bireylerin yüzde 52.7’si “mutlu” olduğunu beyan etmişti. Aynı yıl yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Recep Tayyip Erdoğan’ın ikinci turda aldığı oy oranı ise 52.18.
Ben bu birbiriyle sadece marjda ayrışan iki sayının aynılığının tesadüfi olduğunu düşünmüyorum. Hoş mutluların mı mutsuzların mı oy verdiğini bilmiyorum. İktisadi olarak baktığımızda mutsuzlar vermiş gibi duruyor. Fakat öyle olmadığını varsaymak için de elimizde done çok. Kafalar büsbütün karışık…
Burada mutluluktan bahsederken bir modern dünya fantezisi olarak mutluluktan bahsetmiyorum şüphesiz. Hatta o anlamda mutluluğun son derece içi boşalmış bir kavram olduğunu düşünüyorum. Çünkü psikolojik olarak insanın mutluluğu yalandır. Zaten insan ekseriyet her ne ise o olmak istemez, her nerede ise orada olmak da istemez.
Dolayısıyla insanın mutluluğu, aslında bir mutluluk arayışına yazgılıdır.
Ben mutluluğun bireyin mutluluğuna referans veren psikolojik tanımından ari, iktisadi, sosyal ve siyasi koşullar bağlamında bir tanımından bahsediyorum. Zira bu mutluluk endekslerinin tepelerinde çıkan ülkelerde insanların bireysel mutsuzluklarına şahit olarak geçti ömrüm.
Benim üzerine yazmak istediğim iktisadi ve kolektif bir mutluluk ya da bu mutluluğun hayalini dahi kuramamak, yani kolektif mutsuzluk. Zira insanın tekil mutsuzluklarına rağmen iktisadi idareler insanın mutlu olacağı koşulları hazırlamakla görevlidir.
Hatırlayın, bu mutluluk arayışına Amerikalılar “pursuit of happiness” der. Mutluluğun peşinden koşabilmek hadisesine ne denli ehemmiyet verdiklerini de Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nin tepesine, yaşam ve özgürlük gibi hakların yanına koymalarından görürsünüz:
“Şu hakikatleri apaçık kabul ederiz: Tüm insanlar eşit yaratılmıştır ve yaratıcıları tarafından onlara devredilemez bazı haklar bahşedilmiştir; bunlar arasında yaşam, özgürlük ve mutluluğu arayış hakkı bulunmaktadır. Hükümetler, bu hakları güvence altına almak amacıyla insanlar arasında kurulurlar ve meşruiyetlerini yönetilenlerin rızasından alırlar.”
Burada hükümetçe taahhüt edilenin mutluluğun kendi değil bireyin kendi mutluluğunun peşinden koşabilme özgürlüğü olduğunun ve dahi aynı bildirgede bu özgürlüğün ihlalinin hükümetin sonlanması için meşru zemin oluşturduğunun belirtildiğini de hatırlatmak isterim. Amerika’nın bu idealleri ne denli realize ettiği muamma. Bunları size Amerika’yı konuşmak için de yazmıyorum. Zira benim derdim artık mutluluğun peşinden koşulamayan ve lakin mutsuzlukta müşterekleşilen Türkiye ile.
TÜRKİYE’DE KOLEKTİF MUTSUZLUK
Netflix’te yakın zamanda yayınlanan Adsız Aşıklar dizisindeki Hazal karakterinin “kolektif mutsuzluk” üzerine söyledikleri sosyal medyada çok paylaşıldı. Oksijen okurlarıyla aramızda kalsın, memlekette dertlenilecek hadiselere her yenisi eklendiğinde Türkiye’ye dönmeyi, Türkiye’de olmayı daha çok istemem, ülke dibe battıkça burada tekrar bir hayat bina edişimi hızlandırmam üzerine konuşurken senaristinin kulağına fısıldamışlığım var bu sözleri:
“Türkiye mutsuzlar için şahane bir yer. Yurt dışında yalnız yalnız mutsuz olacağına, burada kolektif bir mutsuzluğun parçası oluyorsun… O çok iyi geliyor insana...”
Türkiye’de mutsuzluğun en büyük nedenini ekonomide, enflasyonda ya da gelir adaletsizliğinde arayanlar genellikle yüzeyde geziniyor. Evet, parasızlık insanı mutsuz eder; bunda hemfikiriz. Ama asıl mesele, sadece gelirle ölçülebilecek bir mutsuzluk değil. Zira hayatından memnun iktidar seçmeninin gelir düzeyine ya da yaşadığı coğrafyalara baktığınızda bir refah resmi görmezsiniz. Buradaki esas sorun, insanların kimlikleri ve yaşam tarzları yüzünden sürekli baskı altında hissetmeleri ve bu ülkede geleceğe dair bir umut besleyememeleri.
Türkiye’de birçok insan, hangi kesimden olursa olsun, bir şekilde örselenmiş, ötelenmiş, dışlanmış hissediyor. Kimisi hukuki güvencesizlik yüzünden, kimisi yaşadığı şehirle, mahallesiyle, ülkesiyle bağ kuramadığı için, kimisi de sürekli olarak kimliği ve yaşam tarzı nedeniyle baskı altında hissettiği için. Burada mesele sadece ekonomik sıkıntılar değil; burada mesele, insanın yaşadığı toplumda “Ben buraya aidim” diyememesi.
Artan hukuksuzluk ve belirsizlik bu aidiyet krizini körüklüyor.
Yarın ne olacağını bilmiyorsan var olduğun yere nasıl kök salacaksın?
Mutluluk, biraz da insanın hayatını öngörebilmesiyle ilgilidir. Sabah uyandığında, akşam neyle karşılaşacağını az çok bilmen gerekir. Yatırım yaparken, iş kurarken, ev alırken, hatta bazen sosyal medyada bir şey paylaşırken bile “Acaba başıma iş alır mıyım?” diye düşünüyorsan, o ülkede huzur içinde yaşamak mümkün olmaz.
Hukukun olmadığı yerde, mutluluktan bahsetmek mümkün değildir.
Burada adaletsizliğe doğrudan maruz kalmış olmaya da gerek yok. Adaletsizliğe uğrayanların sayısındaki artışın kendisi insanı güvensiz ve tedirgin hissettirmeye yetiyor.
Aslında hukukun üstünlüğü ve bireylerin devlet mekanizmasına duyduğu güven, mutluluk teorilerinde genellikle ekonomik faktörlerden daha belirleyici bir unsur olarak kabul edilir. Ed Diener ve Martin Seligman gibi mutluluk araştırmacıları, bireylerin uzun vadeli mutluluk seviyelerinin, yaşadıkları toplumun hukuki güvencesine ve adalet sistemine duydukları güvenle doğrudan ilişkili olduğunu vurgularlar. Ben de bir önceki haftaki yazımda Türkiye’de hukukun üstünlüğüne olan inancın gerilemesinden, bu metrikte diğer ülkelere göre son sıralarda yer alışımızdan bahsetmiş, siyasi müdahalelerle şekillenen yargı kararlarının yatırımcı güvenini ve bireysel adalet algısını zayıflattığını, ifade özgürlüğü kısıtlamalarının, hukukun bireysel hakları koruyucu gücünü azalttığını, halkın devlete duyduğu güveni erozyona uğrattığını yazmıştım.
Türkiye’de hukuki belirsizlik, insanların sadece ekonomik güvenliğini değil, psikolojik güvenliğini de sarsıyor. İşini kaybeden birisi, hakkını aramak için mahkemeye gittiğinde gerçekten adil bir sonuç alacağına inanmıyor. Toprağına devlet el koyduğunda elinden bir şey gelmiyor vatandaşın. Şirketine kayyum atansa yapabileceği tek şey kenara çekilmek. Olur olmadık bir sebepten gözaltına alındığında hukuksuzluk karşısında isyan etmek yerine “İnşallah denetimli serbestlik çıkar” diye dua edilen bir iklimdeyiz.
Bir taraftan en olmayacak insanlar hapisteyken, diğer taraftan asıl suçlara cezasızlık toplumsal güveni yerle yeksan etti. Ardı arkası kesilmeyen hukuk garabetleri üzerine laf etmenin kendisi dahi suç bildiğiniz üzere.
Çünkü yıllardır gördük ki, kim olduğun, kiminle bağlantın olduğu ve sistem içinde nasıl konumlandığın, adaletin senden yana olup olmayacağını belirleyen faktörler arasında.
İşte bu da bireyin devlete ve topluma olan aidiyet hissini yerle bir eden şeylerin başında geliyor.
Bu belirsizlik ve hukuksuzluk iklimi sadece bugünü değil yarını da etkiliyor. Ne demiştik, mutluluk aslında bir mutluluk arayışına yazgılıdır. Burada insanların elinden alınan mutlu bir geleceği tahayyül etmek kabiliyeti, mutluluğun pesinden koşmanın mümkün olduğuna inandığı bir hayat. İnsanlar bir gün mutlu olabilir, evet. Maaşınız yatar, tuttuğunuz takım kazanır, güzel bir haber alınır, sevdiklerinle iyi bir gün geçirilir, annen sütlaç yapar… Ama ertesi gün her şey değişebilir.
Çünkü bu ülkede hiçbir şey kalıcı değil, kurallar aniden değişir, fırsatlar buhar olur, kazanımlar bir gecede yok edilebilir. Böyle bir ortamda, insan mutlu hissetse bile o mutluluğun uzun sürmeyeceğini bildiği için huzursuz olmaktan kendini alamaz.
KİMLİĞİNİ VE YAŞAM TARZINI SÜREKLİ BASKI ALTINDA HİSSETMEK
Türkiye’de mutlu olmanın en kestirme yolu, fazla görünür olmamak. Eğer toplumun “makbul” kalıplarına birebir uyuyorsan, çok fazla göze batmıyorsan, hayat senin için nispeten kolay olabilir. Ama eğer yaşam tarzın, inançların, politik görüşlerin ya da kimliğin, iktidarın belirlediği makul vatandaş normlarıyla çelişiyorsa (ki bu normlar da bir siyasi beka arayışında günden güne değişmekte) bu ülkede her an baskı altında hissetmek kaçınılmaz.
Kimliğini baskı altında hissetmek, insanın doğrudan gündelik hayatını etkiliyor. İş hayatında, okulda, sokakta, sosyal medyada… Her yerde birilerinin seni hizaya sokmaya çalıştığını hissetmek solunan oksijenden yiyor.
Mesela, Türkiye’de birçok insan kıyafetine, konuşmasına, nasıl yaşadığına, nasıl düşündüğüne müdahale edilmesini çoktan kanıksamış durumda. Sokakta yürürken nasıl göründüğün, kiminle nerede oturduğun, ne içtiğin, nasıl konuştuğun… Bunların hepsi, birilerinin gözünde seni “makbul” ya da “sakıncalı” bir vatandaş yapabilir.
Özgürlüğün bir hak olmaktan çıkıp, sürekli savunulması gereken bir lükse dönüşmesi, insanı yorar. Ve bu yorgunluk, mutsuzluğun en büyük kaynaklarından biri.
İşte biz böyle bir mutsuzlukta birleştik.
Ipsos’un Türkiye Yeni Yıl Raporu da böyle bir yorgunlukla sınandığımızı, halkının kendisini giderek daha fazla yorgun, bıkkın ve endişeli hissettiğini doğruluyor.
Bu psikolojik tablo birçok ülke özelinde insanların toplumsal alandan çekilmesine, bireyselliğe yönelmesine ve sosyal güvenin kaybolmasına neden olurken ben canım ülkemde mutsuzlukta ortaklaştığımıza inanıyorum.
Ait hissedemediğin bir yerde mutlu olabilir misin?
Türkiye’de birçok insan artık kendisini bu ülkenin bir parçası olarak görmüyor. Sadece ekonomik sıkıntılar yüzünden değil demiştik.
Gerçekten bir yere ait hissetmemek, insanı en çok mutsuz eden şey.
Göçen bilir.
Gittikçe daha fazla insan, ülkeyi terk etmek istiyor. Türkiye İstatistik Kurumu’nun 2023 yılına ilişkin uluslararası göç istatistiklerine göre yüzde 53 arttığını, göç eden nüfusun yaş gruplarına bakıldığında ise en fazla göçün yüzde 15 ile 25-29 yaş grubunda olduğunu görüyoruz. Gidenlerin büyük bir kısmı para için, “Daha fazla kazanayım” diye de gitmiyor. Göç sadece bugüne ilişkin değil yarın için beklentilerinizle de ilgilidir. Gidenlerin ekseriya aidiyet hissini kaybettikleri için gittiğini biliyoruz. Dolayısıyla insanın mutlu hissetmek için kendisini yalnızca ekonomik olarak güvende hissetmesi yetmiyor. Hoş ekonomiye baktığımızda da geleceğe ilişkin ümitvar bir yerde durmak namümkün.
MUTLULUĞUN EKONOMİSİ MUTSUZLUĞUN SİYASETİ
İktisat bilimi, uzun yıllar boyunca bireylerin refahını dolaylı değişkenler üzerinden anlamaya çalıştı. Kişi başına düşen gelir, tüketim seviyeleri ve ekonomik büyüme gibi göstergeler refahın temel belirleyicileri olarak görüldü. Ancak son yıllarda ekonomik refahın bireylerin mutluluğunu tam anlamıyla yansıtamayabileceğine dair ciddi tartışmalar var.
Mutluluğun ölçümü üzerine yapılan en önemli akademik çalışmalardan biri, Richard Easterlin’in 1974 tarihli çalışmasıdır. Easterlin’in ünlü “Easterlin Paradoksu” bize, gelirin belirli bir seviyeye kadar mutluluğu artırdığını, ancak belirli bir noktadan sonra marjinal faydanın azaldığını göstermektedir. Ancak bu hipotez, gelir dağılımı adaletli olduğunda ve bireyler ekonomik olarak geleceğe dair güven duyduğunda geçerlidir.
Biz daha oralara gelemedik.
Yine Ipsos’un raporuna göre “Türkiye’deki en önemli sorun nedir?” sorusuna katılımcıların yüzde 87’si ekonomi demiş. Ekonomiyi doğal afetler, siyaset ve göçmen sorunu takip ediyor. Gönül isterdi ki tüm bunların aslında siyasi irade ile ilişkili olduğunun idrakinde olunsun. Lakin görünen o ki vaziyet öyle değil.
İşin iktisadi ayağına baktığımızda vaziyet içler acısı. 2024’te “Türkiye ekonomisinin mevcut durumundan memnunum” diyenlerin yıllık ortalaması yüzde 15’in altında, kendi yaşam standardından memnun olanların oranı ise yüzde 5 bile değil.Geleceğe dair bir umut var mı peki?
2025 yılında “Ülkemdeki fiyatlar, kişilerin gelirlerinden daha fazla artacak” diyenlerin oranı yüzde 83. Bütün bu dezenflasyonist mücadeleye(!) rağmen 2025’te enflasyonun 2024’ten daha yüksek olacağını düşünenlerin oranı ise yüzde 75. Genel olarak ülkede yaşayanların Türkiye ekonomisi ile ilgili beklentilerinde her yıl kötüleşme olduğunu, 2023’te “Bir sonraki yıl genel olarak Türkiye ekonomisinin durumu sizce nasıl olur?” sorusuna “Daha kötü olur” diyenlerin oranı yüzde 51 iken bu oranın her sene birkaç puan artarak geride bıraktığımız sene yüzde 54’ü bulduğunu görüyoruz. Ezcümle, haklı sebeplerle güvenmiyoruz!
Görünen o ki istikrar diye diye istikrarsızlık bina edilmiş durumda. Hakeza demek ki uzun süren
iktidar, abartılan her şey tersine döner prensibi gereği bir istikrarsızlık hissiyatına evrilmiş görünüyor. Bize düşen de bu alacakaranlık günlerde el ele tutuşup yolumuzu bulmaya çalışmak. Bu ülkede vatandaş olmak aynı zamanda kendi kendini bir ikna sürecine de dönüyor: Gelecek daha iyi olacak.Yine de dizinin viral olan repliğindeki sözde ısrarcıyım. Türkiye mutsuzlar için harika bir yer.
patronlardunyasi.com