Dolar
38,4316
0,04%
Euro
43,6607
-0,20%
Sterlin
51,1879
0,00%
Bitcoin
3.623.329
1,40%
BİST-100
9.432,55
-0,61%
Gram Altın
4.101,409
-0,83%
Gümüş
33,14
-1,39%
Faiz
48,44
0,00%

Şahenk'e göre en büyük risk

Doğuş Holding Başkanı Ferit Şahenk, önümüzdeki dönem için en büyük riski açıkladı..

17.04.2008 07:53
Haberi paylaşın
Şahenk'e göre en büyük risk
16px
32px

Erdal Sağlam'ın röportajı

Gelişmiş ülke merkez bankalarının krizi önlemek için uyguladıkları politikaları "enflasyonist" olarak nitelendiren Doğuş Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ferit Şahenk, önümüzdeki dönemde gelişmiş ülkelerin dünyaya enflasyon ihraç etmeye başlayacağına dikkat çekti.

"Türkiye'nin diğer bir çok gelişmekte olan ülkeden farkı cari açıkta ve borçluluk oranında yatmaktadır" diyen Şahenk, hükümet faiz dışı fazla hedefinin yerine "kurallı maliye politikası" uygulamaya başlarsa, bu uygulamanın dünya standartlarında ve Avrupa Birliği normlarında bir bütçe disiplini getirmesinin yanında, hem enflasyonu hem de büyümeyi destekleyecek bir esnek politika stratejisini uygulamaya imkan tanıyacağını söyledi.

Genel anlamda sağlanacak bir finansmana ihtiyaç olmamakla beraber, "IMF programının bir emniyet subabı, geçmişte olduğu gibi ekonomide bir çıpa görevi görmesinin önemli olabileceğini" kaydeden Ferit Şahenk, mali disiplinin bundan sonra da makroekonomik istikrarın temel belirleyici unsuru olacağını kaydetti. Türkiye'de cari açığa bağlı bir ödemeler dengesi krizini pek olası görmediğini ifade eden Şahenk, en büyük riskin "reel sektörün yüksek dış borçluluğu"nda olduğunu, bu konudaki gelişmelerin dikkatle izlenmesi gerektiğini söyledi.
Doğuş Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ferit Şahenk, Referans'ın sorularını şöyle yanıtladı:
 
Küresel krizin giderek derinleştiği gözleniyor. Sizce kriz nereye kadar gider, yaşanan büyük dünya krizleriyle benzerlik kurulabilir mi, o kadar büyük boyutlara ulaşma tehlikesi var mı?
ABD'de başlayıp Avrupa ve Uzakdoğu ülkelerine yayılma eğilimi gösteren kriz bankacılık krizine dönüşmüş ve bütün hızıyla devam etmektedir. ABD'de yaşanmaya başlayan resesyon ekonomik beklentileri kötüleştirmektedir. Dünya mali sistemi, zararlarının bir kısmını kayıtlara geçirmiştir. Kalan kısmın büyüklüğü konusunda net bir bilgi yoktur.

Ancak, her geçen gün zararların büyüdüğünü tahmin ediyoruz. Yaşanmakta olan krizden etkilenmeyen ülkenin olması mümkün değildir. Ancak, ekonomilerinin yapılarına ve yurtdışı finansman ihtiyacına bağlı olarak etkilenme derecelerinde farklılaşma mümkündür. Krizin derinliği ve süresi konusunda henüz sağlıklı tahmin yapmak mümkün değildir. Geçtiğimiz 5 yılda yaşadığımız global likidite ve yüksek risk iştahı döneminin sonuna gelindiğini kabul etmek gerekir. Yüksek zararları olan mali kesim yeni kredi açmakta zorlanacaktır. Aynı zamanda beklentilerin kötüleşmesi sebebiyle bireyler daha az harcama yapmaya başlayacaktır. Bu da dünya büyümesini yavaşlatacaktır. Gelişmiş ülke merkez bankalarının krizi önlemek için uyguladıkları politikalar enflasyonisttir. Önümüzdeki dönemde gelişmiş ülkeler dünyaya enflasyon ihraç etmeye başlayacaktır.
 
Krizden etkilenmeye başlayan bir Türkiye ekonomisi var ve diğer gelişmekte olan ülkelere kıyasla daha fazla olumsuz etkilendiğimiz gözleniyor. Bunun nedeni nedir?
Son beş senede hükümetimizin başarıya uyguladığı makroekonomik istikrar programı ve buna bağlı olarak sağladığı mali disiplin, hayata geçirdiği reformlar, özelleştirme çabaları ülkemizde bir ekonomik değişim sağlamıştır. Dolayıyla ekonomimiz 5 yıl öncesine göre daha sağlam temellere sahiptir. Ancak, Türkiye'nin diğer bir çok gelişmekte olan ülkeden farkı cari açıkta ve borçluluk oranında yatmaktadır. Birçok gelişmekte olan ülke, temelde sahip oldukları doğalgaz-petrol gibi doğal kaynaklar veya ihracat performansları nedeniyle cari fazla vermektedirler.

Diğer yandan biraz önce söylediğim olgunun doğal sonucu olarak borçluluk oranları ülkemize göre daha düşüktür. Dolayısıyla finansal kaynak ihtiyaçları çok daha düşüktür. Yalnız şunu da belirtmek isterim ki; Türkiye ekonomisinin de birtakım avantajları mevcuttur. Örneğin, finansal sistemi geçmişe göre ve diğer bir çok gelişmekte olan ülkeye göre çok daha sağlıklıdır. Sistemin içine yerleşik riskler bertaraf edilmiş, gözetimi daha sıkılaştırılmıştır. Kırılganlıkların azaldığı ülkeler bu dalgalanmayı daha az hasarla atlatacaktır.
 
Sizce Türkiye'nin küresel krizi daha ucuz atlatma imkanı var mı? Bunun için neler yapılmalı? Yoksa artık önlem almak için zaman geçti mi?
Bu krizi ucuz atlatma konusunda gerek hükümete gerekse özel sektöre düşen görevler olduğunu düşünüyorum. En önemlisi son beş senede gösterilen makroekonomik istikrarın sürdürülmesi ve aynı performansın devam etmesidir. Kamu ekonomisinde bütçe disiplininin korunması, yapısal reformların hızlandırılması ve yabancı sermayenin ülkemize girişini sağlayacak tedbirlerin alınması ön plana çıkmaktadır.

Özel sektörde, özellikle finansal kesimde risk değerlendirmelerinin doğru yapılması, kredi kararlarında biraz daha temkinli davranılması ve yeterli sermaye yapısının korunması önem taşımaktadır. Bu bağlamda BDDK Başkanı Tevfik Bilgin'in 2007 karlarından temettü dağıtılmayarak sermayeye eklenmesi konusunda yaptığı öneriyi anlamlı buluyorum. Reel sektörde ise maliyet kontrolünün ve verimliliğin artırılması ve fiyatlama mekanizmalarının esnek yapılması gerekmektedir. Böylece, reel sektörün rekabet gücünü artırması mümkün olacaktır.
 
Hükümetin özellikle mali disiplini ve enflasyonla mücadeleyi gevşettiği gözlenmeye başladı. Makro ekonomik istikrarın korunması açısından böyle bir tercih hangi sonuçlara yol açar?

Genel anlamda mali disiplinin gevşetildiği konusunda henüz elimizde kanaate varacak bir endikasyon olmadığını düşünüyorum. Ama mali disiplinin korunması gerektiğine de yürekten inanıyorum. 2007 bir seçim senesi olması nedeniyle mali disiplinde bir sapma gözlendiği doğrudur. Ancak, bunun makroekonomik dengelere çok olumsuz yansıdığını da söyleyemeyeceğim. Son beş yılda enflasyonla mücadelede, borcumuzun azaltılmasında ve genel anlamda makroekonomik istikrarın yakalanmasında mali disiplinimiz büyük rol oynamıştır.

Dolayısıyla, mali disiplinin bundan sonra da makroekonomik istikrarın temel belirleyici unsuru olacağını düşünüyorum. Bu noktada, kamu disiplini performansına ilişkin olarak kurallı maliye politikası tartışmalarını da ilgiyle izlemekteyim. Hükümetimiz faiz dışı fazla hedefinin yerine "kurallı maliye politikası" uygulamaya başlar ise bu uygulamanın dünya standartlarında ve AB normlarında bir bütçe disiplini getirmesinin yanında hem enflasyonu hem de büyümeyi destekleyecek bir esnek politika stratejisini uygulamaya imkan tanıyacağını düşünüyorum.
 
Sizce Hükümetin ekonomide gevşemesinin sebepleri nelerdir? Neden yoğun taleplere rağmen gündemin baş sırasına ekonomiye koymuyor, ya da koyamıyor?
Hükümetimizin ekonomide bir gevşeme içinde olduğuna inanmıyorum. Ancak, global piyasalarda yaşanan dalgalanmalar karşısında bugünkü ortamda işimiz daha zorlaşmıştır. Bildiğiniz gibi 2001 krizinden sonra ülkemizin en önemli gündem maddesi ekonomi olmuştur. Çok doğaldır ki ülke ekonomisinin krizden çıkarılması esnasında herkesin gözü ekonomi politikalarındadır. Krizden çıkışta uygulanan ekonomi politikaları ile ekonominin normalleşme sürecinde uygulanan politikalar farklıdır.

Bu da ekonominin gündemden düştüğü izlenimi verebilmektedir. Bu noktada, doğru iletişim stratejisi ile ekonomik alanda yapılan ve yapılmaya çalışılan konular kamuoyuna anlatılmalıdır. Örneğin, şu anda Meclis'te görüşülmekte olan sosyal güvenlik reformu, Türkiye ekonomisi için çok önemli bir reformdur. Ancak, ben bu reformun kamuoyu tarafından iyi anlaşılamadığını ve gerekli desteği göremediğine inanıyorum.

Oysa, bu reform bu ülkenin geleceğini kurtarmak istiyorsak gerçekten bugün yapmamız gereken bir reformdur. Ekonomi politikasının önceliği konusunda şunu da eklemeliyim ki, ülkemiz bu normalleşme sürecinin başındadır ve ekonomik istikrarın sürdürülebilmesi temkinli makroekonomik politikaların uygulanmasına bağlıdır. Özellikle global piyasalarda yaşanan dalgalanmalar karşısında daha tedbirli olmamız gerekmektedir.
 
Hükümetin böylesine bir dönemde siyasi kriz konularını gündeme getirdiği iddiasına katılıyor musunuz? Bunun nedeni nedir, halkın bir kesiminde büyüyen rejim tedirginliği işalemi olarak sizi rahatsız etmiyor mu?

Son dönemde yaşanan siyasi gelişmelerin maksatlı bir şekilde gündeme getirildiğine inanmıyorum. Burada her kesimin ve herkesin sağduyulu davranması ülkemizin önündeki fırsatların kullanmasına imkan tanıyacaktır. Türkiye'nin genç demokrasinin rejim tedirginliğini giderecek kapasiteye ulaştığını düşünüyorum.
 
Yeni bir ekonomik program gereğine siz de inanıyor musunuz? Eğer inanıyorsanız yeni programın temel noktaları ne olmalıdır?

Ekonomik programların uygulanıp sona ermesine ve sonrasında yeni bir programın başlamasına gerek yoktur. Ekonomik programlar süreklilik arz eden bir konudur. Dolayısıyla makroekonomik istikrarı sürdürmeye yönelik bir politika tercihinden bahsetmek daha doğrudur. Bu bağlamda ekonomimizde bugüne kadar elde ettiğimiz kazanımların üzerine neler yapmamız gerektiğini tartışmamız lazım. Bugün temelde üç konudan bahsetmek ve ekonomi politikalarında bu üç konuyu hedefleyen bir yaklaşım gerekmektedir. Bunlar enflasyon, büyüme ve cari açık konularıdır.

Enflasyonla mücadeleye yılmadan devam etmek önemlidir. Çünkü enflasyon ekonomik dengeleri çok kısa sürede bozan, gelir dağılımını adaletsizleştiren ve aynı zamanda büyümenin de önünde engel teşkil eden bir olgudur. Bunun yolu bütçe disiplini ve tutarlı para politikasından geçmektedir. Ülkemizde son yıllarda bu konuda büyük yol alınmış olsa da enflasyondaki düşüşün kalıcı olabilmesi için çaba göstermeliyiz. İkinci konu büyümeye gelince ülkemizin genç nüfusuna istihdam yaratabilmesi, gelişmiş ülkeler ile aramızdaki refah farkını kapatabilmesi için ihtiyaç duyduğumuz bir diğer olgudur. Ülkemizin potansiyel büyümesinin en az yüzde 6 civarında olduğunu düşünmekteyim.

Dolayısıyla ülkemizin en az potansiyel büyüme oranında sürekli büyümesi gerekmektedir. Büyümeyi destekleyecek ekonomi politikalarına ihtiyacımız vardır. Burada önemli olan, büyümenin kamu harcamalarının artırılması yoluyla değil özel sektör yatırımlarının artırılması ve arz yönlü olmasıdır. Bu bağlamda, yatırımı teşvik edecek başta makroekonomik istikrar ve belirsizliklerin ortadan kaldırılması olmak üzere, istihdam vergilerinin azaltılması, sektörel teşvik politikaları gibi mikro reformların hayata geçirilmesi faydalı olacaktır. Üçüncü konu olan cari açık ise bir sebep değil, bir sonuç olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunu azaltmanın yolu ülke içi tasarrufların artırılmasından geçmektedir. Ancak bu kısa vadeli bir olgu değildir.

Çünkü bireylerin alışkanlıklarının değiştirilmesi, tasarruf yapacak gelirlerin artırılması gibi orta vadeli politikaları gerektirmektedir. Bu yüzden kısa vadede bu açığın küçültülmesinin yanında bu açığı finanse edecek fon akımlarının ülkemize gelişinin devamını sağlamak önemlidir. Bunun gerekli ön koşulu ise yine makro ekonomik istikrarın sürdürülmesi ve beklentilerin doğru yönetilmesidir. Özellikle global likiditenin azaldığı ve daha pahalı hale geldiği günümüzde uluslararası sermayenin ülkemize çekilmesi için tutarlı makro ekonomik politikalar uygulamak gerekmektedir. Cari açığımızı borç yaratmayan uzun vadeli sermaye girişleri ile finanse etmek çok önemlidir. Bu bağlamda, doğrudan yabancı sermaye girişlerini sağlamak, aktif özelleştirme ve artık greenfield yatırımlarını teşvik etmek temel unsurlardır.
 
Türkiye IMF'le yeni bir stand-by anlaşması yapmalı mı? Böylesine kritik bir dönemde makro istikrarı korumak için böyle bir yola gidilmesi yararlı olur mu? Sizce IMF'le ilişkiler konusunda Hükümetin tavrı ne olacak?
Bu konu, hükümetimizin takdirinde olan bir konudur. Türkiye, IMF destekli ekonomik programları başarıyla uygulayarak krizden çıkmış bir ülkedir. IMF programlarının krizde veya finansal ihtiyaç içerisinde olmayan ülkeler için en önemli katkısı uygulanan politikaların kredibilitesini sağlamasıdır. Bu aşamada ülkemizin finansal ihtiyacı olmayabilir ancak uluslararası piyasalara bir güven mesajı verilmesi ve ülkemizde takip edilecek bir çıpa olması bakımından önemlidir. Ülkemizin uygulaması muhtemel program seçenekleri aslında iki tanedir. Bunlar kredili stand-by düzenlemesi, diğeri de ihtiyati stand-by düzenlemesidir. Her iki seçenek de içerik ve koşulsallık açısından aynıdır.

Devlet Bakanı Sayın Şimşek'in yapmış olduğu son açıklamalardan ihtiyati stand-by düzenlemesinin daha ağır bastığı anlaşılmaktadır. Program sonrası izlemeyi ise bir ekonomik program olarak görmemek gerekir. Bu IMF'den daha önce aldığımız krediden kaynaklanan bir durum olup sadece program sonrası performansımızın izlendiği bir uygulamadır. Geneel anlama IMF'den sağlanacak bir finansman ihtiyacı olmamakla beraber, IMF programının bir emniyet sübabı, geçmişte olduğu gibi ekonomide bir çıpa görevi görmesinin önemli olabileceğini düşünüyorum.  
 
Yüksek cari açık krizle birlikte yeniden yoğun olarak konuşulmaya başladı. Siz de cari açığı tehlikeli görüyor musunuz? Kritik dönemlerde gündeme gelmesini neye bağlıyorsunuz?

Daha önce de değindiğim gibi, cari açık konusu Türkiye'nin dlkkatle izlemesi gereken bir olgudur. Cari açığa katkıda bulunan ve kontrolümüzün olmadığı enerji fiyatları gibi unsurlarda kısa vadede yapılabilecek pek bir şey yok diye düşünüyorum. Ülkemizin enerji ithalatına bağımlılığı bu seviyesini koruduğu sürece enerji fiyatlarındaki değişiklikler cari açık seviyemizi etkileyecektir. Ancak, dünya ekonomisindeki büyümenin yavaşlaması ve dolayısıyla Türkiye ekonomisindeki yavaşlamanın sonuncunda cari açığın gecikmeyle de olsa biraz daha azalacağını beklemek doğru olacaktır. Ben Türkiye'de cari açığa bağlı bir ödemeler dengesi krizini pek olası görmüyorum.
 
Böyle bir dönemde reel sektörün yüksek dış borçlarını önemli bir risk olarak görüyor musunuz?
Reel sektörün şu andaki borçluluk seviyesi aslında Türkiye'ye ve ekonomimize olan güvenin bir göstergesidir. Reel sektörün borç yapısı bu sorunun belirleyici unsurudur. 2001 krizinden sonra özel sektörümüzün risk algılamasının geliştiğine ve daha tutarlı hesaplamalar yaptığına inanıyorum. Yüksek büyüme döneminde özel sektörün borçluluk oranının arttığı bir gerçek olmakla beraber kur ve vade yapısının özel sektörümüzü zor durumda bırakacak kompozisyonda olmadığını düşünüyorum. Ancak tabii ki bu konuda da ihtiyatlı olmak lazım. Bir diğer konu özel sektörün yapmış olduğu borçlanmalardan elde ettiği kaynakları nerede kullandığıdır.

Daha çok yatırım malları ithalatı ve kapasite artırımı yatırımlarında kullanılan bu kaynakların aynı zamanda bir geri ödeme kapasitesi yaratacağını düşünmekteyim. Ama sistemin içerisinde bu risklerin de dikkatle izlenmesi ve gerektiğinde tedbir alınması da şarttır. Sonuçta burada ortaya çıkacak bir zorlanma finansal sistemimiz üzerinde baskı yaratabilir. En büyük risk buradadır ve bu konudaki gelişmelerin dikkatle izlenmesi gerekmektedir.
 
Dışarıdan kaynak akışının yavaşlaması bekleniyor. Bu durum ekonomiyi nasıl etkileyecektir? Kredi faizlerinin artması reel sektöre büyük sekte vurur mu?
Global likidite bolluğunun azalmaya başlayacağı bir gerçek. Bu durum ekonomiye girecek fonların miktarını ve maliyetini etkileyecektir. Reel sektörün bu gelişmelerden etkilenmesi döndürmek zorunda oldukları fonların büyüklüğü ve tabii ki vade yapısıyla ilgildir. Faizlerin yükselmesi beraberinde elbette ki bir maliyet artışı getirecektir, buradan da reel sektörün yeni yatırım kararlarını bir süreliğine ertelemelerini veya daha temkinli davranmalarını beklemek gerçekçi olacaktır. Ancak, Türk reel sektörünün bu gelişmelerden çok da fazla olumsuz etkilenmesini beklemiyorum.
 
Türk özel sektörünün gelmiş olduğu aşama konusunda genel olarak neler söyleyebilirsiniz? Sizce dünya markası Türk şirketlerinin sayısı ve etkinliği, önümüzdeki dönem artabilir mi? Özel sektörün etkinliğini artırmak için siyasi otorite nelere dikkat etmeli?
Türk özel sektörünün son beş yılda markalaşma konusunda göstermiş olduğu performansın oldukça etkileyici olduğunu düşünüyorum. Finans kesiminde yaşanan satın almalar ve birleşmelerle başlayan bu dünya markası olma özelliği giderek reel sektöre de yansımıştır. Finans kesiminde Garanti-GE ve Akbank-Citi ortaklıkları gibi oluşumlar Türk bankacılık sektörünü bölgesel anlamda bir güç haline getirmektedir.

Bizim bankalarımızın gerek teknolojik altyapıları gerekse insan kaynağımızın kalitesi uluslararası bankaların ilgisini çekmektedir. Marka yönetim kabiliyeti ve ürün geliştirme özelliğiyle kurumlarımız önemli bir bilgi birikimini-know-how'ı bölge ülkelerine önemli bir rekabet avantajıyla taşımaktadır. Türkiye'ye benzer bölge ekonomilerinde tüketicilerin davranışlarını inceleme tecrübesiyle, Türk kurumları güçlü markalarıyla bölgede rekabetçi bir şekilde genişleme imkanına sahiptir. Biz bugün Garanti Bankası'nın teknolojik altyapısını, perakende bankacılıktaki tecrübemizi ve yetişmiş-eğitimli insan kaynağımızı yurtdışı genişleyen operasyonlarında etkin bir şekilde kullanıyoruz. Reel sektörde Türk şirketlerinin uluslararası markaları satın almaları gerçekten hepimiz için çok gurur verici bir gelişmedir.

Bunun en güzel örneği Ülker grubunun Godiva gibi bir markayı Türk markası haline getirmesidir. Bu arada, Doğuş Grubu'nun GE ile iş ortaklığında GE'nin elinde bulundurduğu Garanti Bankası hisselerinin bir bölümünü satın alması ve GE ile birlikte bölge ülkelerinde genişleme stratejisi izlemesi de çok önemlidir. Ben bu sürecin ülkemizin makroekonomik temelleri güçlendikçe artan bir şekilde devam edeceğini düşünüyorum. Biz Doğuş Grubu olarak memleketimizin coğrafi ve demografik yapısı ile bölgesinde çok önemli bir oyuncu olabileceğine yürekten inanmaktayız.

Referans

benzer haberler
Türk medyasında Ciner dönemi bitti, Can dönemi resmen başladı
Türk medyasında Ciner dönemi bitti, Can dönemi resmen başladı