Öner Taylan Öztürk’ün 'Tuhaf bir ağırlık, küçük bir mesafe' sergisi
Öner Taylan Öztürk’ün “Tuhaf bir ağırlık, küçük bir mesafe” başlıklı ilk kişisel sergisi 7-28 Aralık tarihleri arasında Tohum Sanat Alanı (Urla) ev sahipliğinde gerçekleşiyor.
Öner Taylan Öztürk’ün “Tuhaf bir ağırlık, küçük bir mesafe” başlıklı ilk kişisel sergisi, izleyiciye aile ve bellek kavramı, geçmişin ölçülebilirliği, ataerkil yapı, toplumsal bellek üzerinden geriye dönüp derinlemesine inceleme yapabilme fırsatı sunuyor.
“Tuhaf bir ağırlık, küçük bir mesafe” başlıklı sergi fikri Öner Taylan‘ın aile evinde bulduğu 1970’lerden kalma bir takım aile üyeleri arasında gidip gelen eski mektuplardan temelleniyor. Mektuplarda aile üyelerinin küçük yerlerden Ankara’ya göçü ve temelinde siyasi meselelerin buhranı yer alıyor.
Mektuplarda okuduklarıyla jenerasyonlar boyu süren bellek aktarımı üzerine düşünen Öner Taylan, mektupların içinde yazının izlerini takip ederek bugün sergide izlediğimiz imgeleri ortaya koyuyor. “Tuhaf bir ağırlık, küçük bir mesafe” sergisi, izleyiciye kişisel ve toplumsal tarihlerin nasıl birbirine geçtiğini, geçmişin ve hatıraların bugüne nasıl yansıdığını görsel bir dille anlatmayı amaçlıyor.
Serginin kavramsal çerçevesine dair merak edilen soruları Öner Taylan Öztürk Sanat Okur'a cevapladı.
İşte sorular ve cevaplar:
“Tuhaf bir ağırlık, küçük bir mesafe” başlıklı serginin ortaya çıkış hikâyesinden bahseder misin? İlk kişisel sergini aileden temellendirme isteyişinde hangi güdü(ler) var?
Bu sergi, birkaç yıl içinde şekillendi. Ancak ondan önce, güzel sanatlar fakültesinden mezun olduktan sonra katıldığım çeşitli karma sergiler, atölye çalışmaları ve çalışma grupları benim için bir altyapı oluşturdu. Bu süreçler, hangi konuları sorunsallaştıracağım ve nasıl bir söylem üzerine düşüneceğim konusunda yönümü belirlememde önemli bir rol oynadı.
Doğanın bir çeşit “sapması” olarak gördüğüm insan türünü, bireysel, toplumsal ve ekolojik düzlemlerin kesiştiği, biçimsizleşen ve belirsizleşen “ara bölgelerde” araştırmaya eğilimliyim. Yaşamın başında, başka insanların iradesinde şekilleneceğimiz bir ortama adeta fırlatılıyoruz ve bu ortam, aile. Aile, steril veya öncesiz bir alan değil; iktidar ilişkilerinin ve kültürel müzakerelerin yoğunlaştığı bir kesişim noktası. Önceki jenerasyonların üzerimizdeki etkisiyle biçimlenirken, biz de sosyal ve ekolojik anlamda sonraki jenerasyonlara kendi izlerimizi bırakıyoruz.
Bu süreçte, zaman ve mekân kavramları da birbirine karışıyor. Ailemiz, bizden önceki nesiller, onların yaşanmışlıkları ve iktidar stratejilerinin etkileri belleğin aktarımını zamansal bir boyut olarak şekillendiriyor. Aynı zamanda vatan, ev, mahrem alan, mahalle, memleket gibi uzamsal kavramlarla bu ilişkiler mekâna yerleşiyor. Ailenin varlığı kadar, yer yer veya bütünüyle yokluğu da birey üzerinde büyük etkiler bırakıyor.
Cinsel kimliklerin ve daha sonra hayatımızı saracak daha geniş güç ilişkilerinin ilk şekillendiği yer de aile. Hem kendi içime doğru döndüğümde hem de çevremdeki insanların hikayelerini incelediğimde, bu başlangıç noktasının benim için güçlü bir temel oluşturduğunu fark ettim. Bu nedenle, ilk kişisel sergimde aileyi hem kavramsal hem de kişisel bir başlangıç noktası olarak ele almayı uygun buldum.
Sergi beş yerleştirmeden oluşuyor. Bu işlerin birbirleri arasında ne tür bir ilişki var? Bu ilişkinin temelini aile içindeki yazıların oluşturduğunu düşünürsek; bu yazıların seni sergi sürecine etkisi nasıldı?
Etrafımızda gördüğümüz ve algıladığımız her şeyi tanımlamak, onları daha sonra değerlendirmek, karşılaşılan problemleri çözmek ve yaşamın daha karmaşık sorunlarına yanıt aramak, gerekli bir tavır gibi görünüyor. Ancak benim hissettiğim, yaşamın öğeleri çoğu zaman bu tanımların sınırlarını aşıyor, başka şeylere bulaşıyor ve kendini sıkıştığı çerçevenin ötesine taşımaya çalışıyor. Neden-sonuç ilişkileriyle veya formüllerle açıklanmış olan şeylerin ötesine sezgilerle ulaşmak, yeni karşılaşmalara alan açmak ve deneysellik önemli hale geliyor. Fikirlerin, cümlelerin ve malzemenin daha küçük parçalarında, hatta moleküler düzeydeki ilişkilerinde yoğunlaşmak, yeni olanaklar yaratabilir. Çalışmalarımı şekillendiren temel düşünceler bunlar.
Tek başına, çerçevelenmiş ve steril işler üretme eğiliminde değilim. Genelde her şey, soyut düzlemde bana çağrışım yapan malzemelerin dağınık bir şekilde bir araya gelmesiyle ve zamanla düzenlenmesiyle oluşuyor. Bu süreçte, tüm çağrışımların yerli yerine oturduğunu hissettiğim bir şiirsel atmosfer yaratmaya çalışıyorum. Sergideki beş işin her biri, bazı parçalarının diğer işlerin içinde başladığı veya atölyemde dağınık haldeyken yavaş yavaş bir araya geldiği bir süreçten geçti. Zaman içinde, denemeler ve çağrışımları örtüştürme çabalarıyla son hallerine ulaştılar. Bir konuyu merkez alarak proje bazlı çalıştığım için, işler arasındaki ilişkiler hem kavramsal hem de fiziksel olarak önem kazanıyor.
Aileye ait mektupları okuduğumda, bugün 60-70’li yaşlarda olan insanların gençliklerindeki daha idealist ve keskin yanlarıyla karşılaşmak, bana zamanın insan üzerinde yarattığı dönüşümü ve insanın dinamik bir benliğe sahip olduğunu hatırlattı. Yazı, bu duyguları bana aktaran bir araç oldu. Ancak daha sonra yazının anlam ve sonuçlarına odaklanmak yerine, onu bir malzeme olarak ele aldım. Kağıt üzerindeki şekiller ve izler, mektupların içeriğini aşarak işlerin içinde kendi yerlerini buldu.
Sergide, bu metinlerin bireysel ve özel olan “kutsal” yanını, yani aileye ait gizliliği metinleri malzemeleştirerek aşmaya çalıştım. Metinlerin izleyiciye okunmasını sağlamak yerine, onların dilsel anlam düzeyine çıkmasını engelledim. Yazıyı, doğru-yanlış veya iyi-kötü gibi yargılardan arındırılmış bir iz, bir malzeme ve bir kalıntı olarak ele aldım. Böylece yazının, izleyiciyle sezgisel bir etkileşime girebilmesine olanak tanıyan bir yapı kurmayı hedefledim.
Yazının bu sergi üzerindeki etkisinden çokça bahsediyorsun. Yazı ile enstalasyonlar arasında bellek-zaman-uzam arasında nasıl bir ilişki kuruyorsun?
Yazı, kavram ve olguları sembollere yükleyerek onları zaman ve mekânda bizim irademizin ötesine taşıyan bir araç olarak ilgimi çekiyor. İnsan deneyimlerini ve duygularını aktarmanın bir aracı olmasının ötesinde, dilin doğası gereği her zaman bir çeşit kurgu, hatta bir manipülasyon içerdiği gerçeği bana oldukça ilginç geliyor. Yazının sakladığı anlam ve duygular sabit midir? Ya da yazının yalnızca yazan kişinin etkin, okurun ise edilgen olduğu bir ilişki içinde var olduğu düşünülebilir mi? Belki de her metin, farklı bağlamlar ve etkiler altında okunduğunda yeniden oluşuyor ve anlamını yeniden yaratıyordur.
Bellek de bu şekilde işler. Neyi ve neden hatırlarız? Bir kişi için unutulmaz olan anılar, aynı deneyimi paylaşmış bir başkasının zihninde hiçbir iz bırakmayabilir. Toplumsal düzlemde de benzer bir durum geçerlidir. Önemli günler, anıtlar ve toplumsal belleği oluşturma çabaları, geçmişi zamanda dondurma ve bireyleri bu çerçeveye hapsetme girişimleri olarak görülebilir. Ancak geçmiş hiçbir zaman tamamen bitmiş değildir. Yaşamın içinde, bugünün olaylarında ve geleceğe dair beklentilerde, hem olumlu hem de olumsuz şekillerde yeniden bedenlenir ve kendini yeniden inşa eder.
Sergimde kullandığım bezler, örtüler, sarmallık ve dokunsal unsurlar, bireysel varoluşun başkalarıyla temas kurarak inşa edilmesi çabasını temsil ediyor. Bu öğeler, sabit, stabil ve katı olanın- güçle ilişkili sağır ve uzlaşmaz yapıların- doğasına bir eleştiri niteliğinde. Yazı ve dil, akışkanlık, deniz, zaman ve yolculuk gibi kavramlar, zihnimde birbiriyle örtüşen, aktarımı ve aynı zamanda sağaltımı temsil eden yapılar olarak yer buluyor.
Bu ilişkiyi serginin enstalasyonlarında hem biçimsel hem de kavramsal olarak araştırarak, yazının, belleğin ve mekânın dinamik ve sürekli dönüşen yapısını izleyiciye hissettirmeyi amaçlıyorum.
Tohum Sanat Alanı’ndan bahsederken mekânın biçiminden de bahsettin. Enstalasyonlar ve mekân arasında nasıl bir ilişki kurdun? Bu ilişkinin iç içe geçen yapılara da gönderme yaptığını söyleyebilir miyiz?
Mekân, dil gibi yapılanan bir olgu ve hem tarihsel hem de biçimsel özellikleriyle işleri ve sergiyi doğrudan etkiliyor. Tohum Sanat Alanı’nın özellikle koridora benzeyen, dar ve uzun yapısı, sergiyi kurgularken temel aldığım başlıca özelliklerden biri oldu. Koridorun mekânsal yapısı, geçişi, eşik olma hâlini çağrıştırıyor. İnsanların genellikle varmak istedikleri yere ulaşmak için kullandıkları ve durmaktan çok hareket etmeyi vurgulayan bir ara bölge işlevi taşıyor. Bu özellik, serginin önemli temalarından biri olan yolculuk fikriyle güçlü bir şekilde örtüşüyor.
“Eşik” aynı zamanda özelden kamusala ya da evin mahremiyetinden kamusal alanın genelliğine geçişteki önemli “hazırlanma” noktaları olarak da okunabilir. Bu geçiş bölgeleri, serginin aile, iktidar, dil gibi başlıklar ışığında bireysel ve toplumsal arasındaki aktarım ve dönüşümleri vurgulaması açısından önemli bir bağlam sunuyor.
Koridorun “eşik” olarak gördüğü işlev—bağlanma, köprü kurma ve harekete yöneltme—aynı zamanda işlerin bitmiş ve keskin sınırlarla tanımlanmış olmaktan ziyade, birbirleri içinde kalıntılar ve izler bırakarak hâlâ okunabilir olma halleriyle de örtüşüyor. Bu geçişkenlik, serginin mekânla kurduğu diyalogda, hem bireysel hem de toplumsal boyutların iç içe geçmesine işaret ediyor.
“Tuhaf bir ağırlık, küçük bir mesafe” başlıklı serginde mektuplarla yolculuk metaforunu kullanıyorsun. Bu yolculuk sırasında ailenle, iktidarla ve kendinle nasıl bir yüzleşme yaşadın?
Yukarıda da değindiğim gibi, bana göre geçmiş, geçmişte donmuş ve katılaşmış bir durumu değil; bugünkü çelişkilerde ve geleceğe dair beklentilerde yeniden kurulan, konumlanan dinamik bir süreci çağrıştırıyor. Herkese aynı etkiyi gösterecek sabit bir geçmiş yok aslında. Geçmiş, farklı etkiler yaratmış, çeşitli yönlere dallanmış bir durum olarak bellek aracılığıyla bugüne ulaştığında, bir yargıyı ya da kesin bir sonucu temsil etmekten çok, birlikte tartışılacak, düşünülecek ve geleceğe emanet edilecek dinamik bir söylem haline geliyor.
Bu noktada, kendi ailemin geçirdiği dönüşümler ve yaşadığı travmalar, Türkiye’nin son yüzyıldaki siyasi tarihi ve güç mücadelelerinin geniş halk kitlelerine olan etkileriyle birleşiyor. Bu kesişim, bugüne, bize ve sonraki jenerasyonlara düşünülmesi gereken veriler sunuyor. Yolculuğun kendisi tam da bu: geçmişin izlerini sürmek ve onu bugünün çerçevesinde yeniden anlamlandırmak. “Erkeklik” ve otoritenin temsili olan baba figürü, yaşananların aktarım biçimi, göz ardı edilenler ya da bilinçli olarak bahsedilmeyenler, toplumsal dönüşümler, darbeler ve hukukun üstünlüğü gibi kavramların bir türlü yerleşemediği, kültür tarafından içselleştirilemediği bir zemin… Tüm bunlar, daha yaşanılası bir ülkeye ve dünyaya doğru, zor ama umutlu bir yolculuğu temsil etsin istedim.
Kişisel dünyamdan ve ailemden yola çıkmış olsam da, bu serginin yalnızca bireysel bir düzlemde kalmasını istemiyorum. Aksine, bu sergi öznenin özgünlük iddiasını, izleyicilerle birlikte çözülerek ve paylaşarak yeniden inşa etmeyi amaçlıyor. Böylece bireysel deneyim, herkesin tartışabileceği ve anlam katabileceği ortak bir alana dönüşüyor.
Bundan sonra gelecek işlerinin düşüncelerinden şekilleneceğine, zaman ve uzam meselelerine günlük yaşamı çevreleyen teknoloji konusunu da eğileceğine değindin. Bunu biraz açar mısın?
Şu sıralar, dil, geçmişin kalıntıları ve geleceğe olan etkileri ile beklentileri üzerine yoğunlaşırken, günlük hayatımızı geri dönülmez biçimde etkileyen teknolojilerin ve insan-dışı üretimin insanla iç içe geçmişliğini değerlendiriyorum. Bu süreçte, teknolojilerin yeni olanaklara nasıl kapılar açabileceğini ve bu olanakların insan-merkezli yaklaşımları nasıl dönüştürebileceğini araştırıyorum. Bu bağlamda, dil, hafıza ve gelecek kavramlarını bir araya getirerek, insan-dışı bir dil ve bellek üzerinden geleceğe yönelen bir proje üzerinde çalışıyorum.
Çalışmalarımda, hayatımıza giren ve gelecekte daha da etkili hale gelmesi beklenen teknolojileri kavramsal bir odak noktası olarak ele alıyorum. Dil ve aktarım süreçlerinin, insan-dışı teknolojik varlıkların üretimleriyle kesiştiği noktalarda, bu dinamiklerin yarattığı potansiyelleri keşfetmeye yönelik deneyler gerçekleştiriyorum. Bu deneylerde, insana özgü olduğu düşünülen ebeveynlik, aktarım ve jenerasyonlar gibi kavramları, teknolojik varlıkların üretim süreçleriyle ilişkilendirerek yeni sorular sormayı hedefliyorum.
Önümüzdeki dönemde, bu çalışmaları bir sergi aracılığıyla izleyicilerle paylaşmayı planlıyorum. Sergi, insan ve insan-dışı varlıklar arasındaki etkileşimin, geçmiş ve geleceğin kesişiminde nasıl bir anlam ve potansiyel taşıyabileceğini sorgulayan bir alan yaratmayı amaçlıyor. Bu sergi, izleyiciyi, insan ve insan-dışı üretimlerin sınırlarını yeniden düşünmeye ve bu sınırların ötesinde yeni anlamlar aramaya davet edecek.
Öner Taylan Öztürk’ün “Tuhaf bir ağırlık, küçük bir mesafe” başlıklı ilk kişisel sergisi 28 Aralık 2024 tarihine kadar Tohum Sanat Alanı (Urla)da ziyaret edilebilir.
patronlardunyasi.com