Kültür-Sanat


Oksijen gazetesi yazarı Elif Tanrıyar, yazar ve yönetmen Ferzan Özpetek ile röportaj yaparak yeni kitabı hakkında konuştu.

İşte o röportaj:

Saklı Yürek’in teşekkürler bölümünde “İlk teşekkürüm, farkında olmadan, anlattıklarıyla beni Alice ve Irene’nin hikâyesini kaleme almaya –ve değiştirmeye ve sonra yeniden yazmaya– iten herkese,” diyorsunuz. Bu hikâye ve kahramanları nasıl doğdu, size onların sesini ilk fısıldayan kimlerdi ya da siz bu hikâyeyi ne zaman içinizde yaşamaya başladığınızı hissettiniz?

Ben ilk başta başka bir proje yazıyordum. Pek iç açıcı bir proje değildi o. Türkiye'de geçiyordu ama biraz ağır bir projeydi. Biraz bunu bekleteyim, belki ileride yaparım dedim. Bu arada şu aklıma geldi, bundan 15 yıl önce tanıdığım bir oyuncu kız vardı. Onun hikayesi çok ilgimi çekmişti. Güneyli bir oyuncuydu. O 6 yaşındayken evlerine Roma'dan teyzesi geliyor ve çok hoş bir ilişkileri, konuşmaları oluyor. Sonra o teyze gidiyor. Aradan 3-4 yıl geçiyor, kız evde yalnızken, telefon çalıyor, cevap veriyor, teyzeyle konuşuyorlar. Bunun üzerine kızın annesi ikisinin arasını yapıyor, ikisini görüştürüyor. Çünkü bence, kız söylemedi ama herhalde ümit ediyor ki bu teyze ona bir şeyler bırakır belki... Ve kıza 19-20 yaşındayken Roma’daki evini bırakıyor. Kız da Roma'ya geliyor, orada oyunculuk yapıyor. Şu anda zaten meşhur bir oyuncu. Yani başlangıç olarak böyle bir hikâyeydi yola çıktığım. Ama anneler çok farklı tabii. Teyze ise garip bir kadın, ev kadını, bunu da değiştirdim, ressam yaptım, hikâyeye resim olayını koydum. Ben bir şeyden hareket ediyorum ve onu kendi kafama göre değiştiriyorum hep. Hayatımda hep öyle oldu her şey. Filmlerim de öyle oluyor. Bir şeyden hareket ederek kişilikleri, karakterleri ortaya çıkarıyorum.

“HAYATIM HEP YAŞAYANLAR VE YAŞAMAYANLAR ARASINDA GİDİYOR”

Bu kez her zamankinden farklı bir ana kahramanınız var. Annesinin baskılarından yılmış, imkânsız görünen rüyası olan oyunculuk mesleğine adım atmaya kararlı bir şekilde, kendisine sürpriz bir şekilde miras kalan Roma’daki evde tek başına yaşama yolculuğuna çıkan çekingen ama cesur, 18 yaşındaki bir genç kız Alice… Alice nasıl doğdu? Bu arada ikinci kez Alice adlı bir kahramanınız var…

Evet, Nuovo Olimpo filmimde de var… İki arkadaşım var, kızlarını bundan tam 7 yıl önce kaybettiler, 15 yaşındayken kızları trafik kazasında öldü. Hayatları mahvoldu, söndü bir süre. Adı Alice’ydi ve bana hüzün veriyordu. Çünkü annesi yakın arkadaşım, kadının hayatı tamamıyla değişti. Bir annenin babanın çocuğunun kaybını yaşaması çok zor. Sonra ben de dedim ki, bir film yapıyorum ve oradaki kıza Alice ismini koyacağım. Anne çok sevindi. Hatta filmi kıza adadım. Sonra, bir kitap bir yazıyorum ve yine Alice koyacağım karakterin ismini dedim. Yine çok sevindi. Ama dedim ki, “Bak, senin kızınla olan ilişkin gibi güzel bir ilişkisi yok bu karakterin annesiyle, alınma sakın!” Güldü… “Olur mu canım! Alice'yi bir yerde yaşatıyorsun, çok hoşumuza gidiyor,” dedi. Kitabın satışları burada çok iyi gidiyor. Alice bize bayağı yardımcı oluyor yukarıdan diyorum, gülüşüyoruz. Kitabı adadığım diğer kişi, Rossana da benim Lecce'den, Serseri Mayınlar’ı çektiğim şehirden yakın bir arkadaşım, onu da geçen sene kaybetmiştim. Hoşuma gidiyor artık olmayan, giden insanlara adamak… Abim Asaf'ı Cahil Periler'deki Burak Deniz'in kişiliğine koydum mesela… Çünkü hayatım hep yaşayanlar ve yaşamayanlar arasında gidiyor. Artık olmayanları olmuş gibi görmek hoşuma gidiyor. Herhalde yaşlılığın getirdiği bir şey ama eskiden de vardı bende böyle...

Bu Alice’nin olduğu kadar ona bu evi miras bırakan manevi teyzesi ressam Irene’nin de öyküsü aynı zamanda. Irene’yi o kadar canlı bir şekilde tasvir etmişsiniz ki onun gerçek olduğu hissine kapıldım. İlham aldığınız birisi var mıydı?

Irene'de biraz ben varım; ben bir sürü teyzelerle büyüdüm, onlar var. Annem var çokça. Tancredi içinse bana ilham veren bir ressam çocuk var… Bir gün onun sergisine gittim, bana bir resmini hediye etti, evde duruyor, çok kıymetli bir resim yani, bayağı pahalı. Sonra beni stüdyosuna davet etti, gittim. “Biraz şampanya içelim,” dedi. “Sen dedi ressamlık yaptın,” dedi sonra. “Evet,” dedim “ben de ressamlık yaptım, hatta çerçevecide de çalıştım.” Aynı zamanda resim de yapıyordum. Sonra resimleri satıp resimden geçinmeye başladım. Cahil Periler'deki resim benim resmimdir. Bazen yazıyor Instagram'da insanlar, bakın sizin resminiz bizde var, diye. Çok hoşuma gidiyor. O zamanlar çok ucuza almış, çünkü ben haftalık 80 bin liret kazanıyordum. Babamla aramız açılmıştı. Ben sinema yapmak istiyordum, babam da “o zaman çalışacaksın” dedi. Ben de gidip çerçevecide çıraklık yapmaya başladım. Çerçeve yapmayı öğrenirken ambalaj kağıtlarına resim yapıyordum. Gelenler beğenip satın almaya başladılar. Bahsettiğim ressam da benim bazı resimlerimi görmüş, çok hoşuna gitmiş. “Gelsene beraber bir resim yapalım,” dedi. Oturduk, içki içtik, o resim yaptı, “sen de bir fırça at” diyor, ben gülüyorum… Çok hoş, çok enteresan biriydi. Dedim ki bu çocuğu koyayım kitaba, onu tarif edeyim dedim kişilik olarak. Çünkü hakikaten Tancredi’ye benziyordu. Aramızda hiçbir şey olmadı. Olabilirdi, çok güzel şeyler olabilirdi ama ben artık biraz evde kalmış tavrındayım ve hayatımda başka bir insan var (gülüyor). Instagram hesabını bir arkadaşıma gösterdim, “Tancredi'yi bu çocuktan ilham alarak yazıyorum” dedim. “Ferzan çok hoş herif bu, çok tuhaf bir şekilde benziyor karakterine,” dedi. Çok hoşuma gitti. Çünkü ben kalkıp da bu çocukla beraber orada olsaydım, her gün oraya gitseydim, beraber resim yapsaydım bambaşka bir şeye dönebilirdi. Dönmedi ama benim kafamda döndü tabii bir şekilde. Yani böyle olsaydı diye yazdım bu karakteri. Kitabın içine girdi bir şekilde, Irene Hanım’ın eline geçti, benim elime geçmedi.

Keza romanda bir yerde Poe’nun şu alıntısını da kullanıyorsunuz: “‘Gündüz hayal kuranlar, yalnızca geceleri düş görenlerin gözden kaçırdığı birçok şeyi bilirler.’” Siz de bir gündüz hayalcisi misiniz? Ve Alice gibi çocukken siz de hikayeler hayal eder miydiniz?

Kesinlikle. Hep, hep, hep. Çok uydururdum, hikayeler anlatırdım. Bazen inanırlardı. Başımı derde soktuğum bile olmuştur bu konularda. Olmayan bir şeyi olmuş gibi anlatırdım, annem çok gülerdi, anlardı hemen benim uydurmaya giriştiğimi. Fantezi çok güzel bir şey bence. İnsanı çok oyalıyor. Bir yandan da çok kalabalık, çok fazla kadının olduğu bir ortamda çok yalnızdım, yalnız bir çocuktum. O yüzden belki fantezilere gidiyordum.

Roman şu epigrafla başlıyor: “Anılar hatırlandığı sürece ayrılık olmaz.” Bu söz roman bittikten sonra bile benimle kaldı ve kendi içinde derinliklere açılmayı sürdürdü. Irene ayrılığın üstesinden gelebilmek için anılarına bile tutunamıyor ama çünkü yaşadığı derin belirsizlik, anılarıyla dahi yabancılaştırıyor onu. Burdan şuna gelmek istiyorum. Anılarımız ne kadar bize aittir? Yoksa gerçeklerle sürekli değişen yapısıyla onlara bile mi sahip olamayız? Ve bununla nasıl başa çıkabiliriz?

Benim hayat felsefem, paylaşım. Yani gördüğüm güzel bir şeyi başkasıyla paylaşmak. Bu paylaşma olayında da yaşayan ve yaşamayan insanlar, onların anıları var. Anılarımız olmadan ilerlememiz çok zor. Tabii anılarımız üzerinde kalkıp ağıtlar yakmak falan değil. Sadece hoş olarak hatırlıyorum bir sürü şeyi. Hani deriz ya, geçmiş olmadan bugün olmaz. Hatırlamadan bugünün olması çok zor. O yüzden bende hep bir paylaşım olayı var. Covid dönemiydi, İtalya korkunçtu. Pencereden dışarıya bakıyorum, her taraf boş. Ondan altı ay önce kaybettiğim bir arkadaşım vardı. Diyordum ki, “İlk gittin bak, iyi ki gittin de bunları görmedin.”  Ama bayağı sesli konuşuyordum. İşte bu çok güzel bir şey, ah bunu keşke görseydin dediğim insanlar var. Geçenlerde yolda yürüyorum. Şimdi başka bir mahallede oturuyorum. 46 yıldır oturduğum evden ayrıldım ama evi hiçbir şeye dokunmadan bıraktım öylece. Tencereler bile kaldı. Ama o mahallede yaşamak artık çok zordu benim için. Özpetek turları düzenliyorlar oraya, Cahil Periler turları var. Aşağı iniyorsunuz 10 kişi var, fotoğraf çektireceksiniz, selfie yapacaksınız... Bunlar çok da güzel şeyler ama bir yandan da modunuz olmadığı zaman zor oluyor.

Bunu niye anlatıyorum? Çünkü o eve doğru gidiyorum geçenlerde. Giderken aklıma geldi, hep gittiğimiz bir dondurmacı vardı. Oradan geçerken aklıma geldi. Dedim ki ya buradaydım işte 25 yıl önce falan, belki 30 yıl önce. Orada oturduğumuz bir akşamüstü geldi aklıma. Dondurma yiyorduk, konuşuyorduk, gülüyorduk… Yüksek sesle, ne kadar güzeldi dedim iki arkadaşımın ismini söyleyerek. Sizlerle ne kadar gülüyorduk değil mi, dedim. Kim bilir ne yapıyorsunuz? Benim yanımdasınız mutlaka, falan dedim. Karşıdan da iki kişi geliyor. Bana baktılar. Kendi kendine konuşan bir adam, diye düşünecekler dedim. Elimde cep telefonumu tutuyorum ya, cep telefonuma gözleri gitti ve ah tamam dediler, ifadelerimden anladım. Zannettiler ki ben cep telefonumda, kulaklıkla konuşuyorum… Böyle şeyler oluyor yani, anılar deyince bir sürü şey birbirine karışıyor.

(…)

patronlardunyasi.com