Robert Kolej'den Dışişleri'ne uzanan renkli hayat İsmail Cem ismini ilkin TRT Genel Müdürlüğü döneminde duymuştum. Henüz ortaokuldaydım ama evdeki ışıklı kutunun içinde bir şeylerin değiştiğini kavramak zor değildi.
34 yaşındaki bu yakışıklı adamın gelmesiyle birden ekranda alışılmadık bir özgürlük rüzgârı esmişti.
Tabii uzun sürmedi ama Türkiye onun yeteneklerini tanımış oldu.
Ercan Arıklı'yla "Politika" gazetesini çıkardı.
12 Eylül'de yurtdışındaydı.
Dönüşte solda bir parti oluşumu çalışmalarına katıldı.
Önce SHP'den sonra DSP'den milletvekili seçildi. CHP'de "değişim programı"na imza attı. 1993'te cumhurbaşkanlığına aday oldu, kaybetti.
ANASOL-D hükümetinin dışişleri bakanıydı. 5 yıl süren bakanlığı, Türkiye'nin komşularıyla, özellikle de Yunanistan'la barış dönemi oldu.
2002 yazında üzerinde mavi bir gömlekle yeni bir sol oluşumu duyururken izledim onu...
Olmadı. "Yeni Türkiye", "eski"sinin tuzaklarına düştü.
Cem'in partisi baraja takıldı; YTP, CHP'ye katıldı.
Onu siyaset sahnesinde son görüşüm, 2005 başındaki olaylı CHP kongresindeydi, Deniz Baykal'ın yanıbaşındaydı. Zayıflamıştı, benzi soluktu. Gazeteler "ölümle pençeleştiğini" yazdı o günlerde... Oysa o Amerika'da kanser tedavisi görmüştü.
O zorlu dönemi eşi Elçin Cem, çocukları İpek ile Kerim ve dört torununun desteği, bir de çalışarak hayata tutunması sayesinde atlattı.
Türkiye dış siyasetini anlattığı 3 ciltlik çalışmasının ilk 2 cildi "Türkiye, Avrupa, Avrasya" ve "Avrupa'nın 'Birliği' ve Türkiye" peş peşe çıktı. Halen üçüncü cilt "Ortadoğu" üzerinde çalışıyor.
Bebek'teki evinin kapısını çaldığımda beni "walker" yardımıyla ama ayakta ve güleç bir yüzle karşıladı. Hastalık, yakışıklılığından da, kibarlığından da, çalışkanlılığından da hiçbir şey eksiltememişti.
Robert Kolej'den TRT'ye, Milliyet'ten CHP'ye, fotoğrafçılıktan Dışişleri'ne uzanan bu renkli hayatı, İş Bankası Yayınları'nın "Nehir Söyleşi" dizisi kapsamında bir kitapta toplamaya karar verdik.
Bu dizide onun son diplomatik gelişmeler, Avrupa Birliği ve solun birliği konularındaki görüşlerini bulacaksınız; tabii fazla bilinmeyen "şairliği"ni, sağlığıyla ilgili haberleri ve duygularını da...
40 YIL ARAYLA 2 ŞİİR
'Ben böyle veda etmeliyim'Bambaşka olur sabah sokaklar |
Çöpçü vardır sokaklarda |
Ve üşüyen ameleler. |
Çöpçüler vardır sokaklarda; |
Hepsi sıla hasreti çeker. |
Türkü söylerler |
Bıyık burup, çöp kokan elleriyle |
Küfrederler. |
Pislik ve ümit kokar sabahleyin sokaklar, |
İnsanların yüzlerinde okunur iyilik. |
Çöpçülerle ameleler vardır sokaklarda, |
Yüreğime dokunur |
İstanbul 1956 |
Çok ileri bir tarihte |
Çok yaşlı olarak |
Sessizce ayrılmalıyım |
Kimseye pek gözükmeden |
Ve kimseyi rahatsız etmeden. |
Masamın üzerinde |
Dünden kalan işler |
Tamamlanmamış yazılar |
Okunmayı bekleyen kitaplar |
Ve anılar ve umutlar. |
Filleri kuyruğundan çekerek |
Tepeleri aşırtmaktı görevim |
Günler bitti filler tükenmedi |
Ben elimden geleni yaptım |
Gerisini siz tamamlayın. |
Boşa geçmedi hayatım |
Daha fazlası olabilirdi ama |
'Buna da şükür' demeliyim |
İşte sevgili dostlar |
Ben böyle veda etmeliyim. |
New York, 1995 |
***
"Türkiye, Ermeni soykırımı yapmamıştır" demek Fransa'da yasal bir suç oldu. Nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu yasa, Fransa'nın kendini adeta zorla soktuğu bir sınava dönüştü. Fransa kendi geçmişini, özgürlükçülüğün Avrupa'daki öncüsü konumunu, "1789 İhtilal-i Kebir"ini, Fransa'yı Fransa yapmış değerleri, bir bakıma kendini inkâr etti. Farklı düşünmeyi ve bunu ifade etmeyi yasaklayan, cezalandıran bir Fransa'nın, dünya önüne çıkıp da özgürlükten söz etmesi sahtecilikten başka şey olamaz. Bunu gün ışığına çıkardığı ölçüde, Fransız parlamentosunun girişimi "hayırlı" bir gelişme olarak nitelenebilir. Türkiye, insan haklarını ihlal eden Fransız girişimi karşısında, savunma konumunda değil, tam aksine, iddia makamında olmalıdır. Fransa'nın özgürlükçü görünümü altındaki bu sahtecilik boyutunu bütün gücümüzle dünyaya duyurmalıyız. Edilgen değil, etken olmalıyız. 3-5 oy uğruna, Fransa'yı bu duruma düşürenler utansın...
Davaların örnekleri var, Ne yapılabilir?
Türkiye'nin elinde doğru kullanılması halinde çok etkili olacak 3 önemli koz var:
Bir düşüncenin ifadesini yasaklamak ve cezalandırmak, hem Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin hem de Avrupa Birliği müktesebatının çok açık ihlalidir. Bu konuda konuştuğum uzmanların en küçük bir tereddüdü yok.
Türkiye önce, üyesi olduğu Avrupa Konseyi'nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde, Fransa'nın Konsey üyeliğinin askıya alınması talebiyle dava açmalıdır. Bu, kazanılacak bir davadır; İnsan Hakları Sözleşmesi'nin en can alıcı maddesinin açık ihlali söz konusudur.
Aynı şekilde, Türkiye, Avrupa Birliği Adalet Divanı'na başvurarak, AB müktesebatının en önemli kazanımını çiğneyen, düşünce ve ifadeyi yasaklayıp cezalandıran Fransa hakkında yaptırım uygulaması istemelidir. AB, bu konuda çok hassastır.
Geçmişte bunun örneği var mı?
Var. 2000 yılında, Avusturya seçiminde ırkçı parti öne çıkıp hükümet oluşturduğunda, AB, "özgürlükleri sınırlayıcı söylemi ve hedefleri" olduğu gerekçesiyle, Avusturya'nın AB üyelik haklarının önemli bölümünü askıya almıştı.
Dikkat ediniz, Avusturya, özgürlükleri sınırlayan "eylemi" ya da "çıkarılmış yasaları" olduğu için değil, sadece hükümetine böyle bir "niyet" atfedildiği için cezalandırılmıştır. Avusturya, ancak ırkçı parti başkanı 1 yıl sonra hükümetten çekilince, cezadan kurtulmuştur. Ama o süre içinde Avrupa'ya mahcup olmuştur.
Türkiye, bu iki hukuk merciinde açacağı iki davanın hazırlıklarını derhal başlatmalıdır. Bu hukuk girişimlerini tüm elçiliklerini, temsilciliklerini, imkanlarını kullanarak dünyaya duyurmalıdır. Türk hukukçuların yanı sıra, Avrupa'nın en tanınmış hukuk bilginlerini de bu çalışmaya katmalıdır. Çalışmaları, her imkânı kullanarak, her aşamada dünyaya tanıtmalı, anlatmalıdır.
Nasıl anlatılabilir?
Fransa'da yaşayan yüz binlerce Türk vatandaşı ya da Türk asıllı Fransa vatandaşı veya yürekli Fransızın, "Soykırım yoktur" diyerek yoğun biçimde "suç" işlemesi, toplu ya da bireysel açıklama yapması, bildiri dağıtması düşünülebilir.
Fransa yüksek tazminatlar öder
Mahkemeye verilip yasa gereği "ceza alacak" olan bu "suçlular", temyiz hakkını da kullanıp kaybedince, anında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvuracaktır. Temel bir hakkının ve özgürlüğünün ihlal edildiği gerekçesiyle Fransız devleti aleyhine dava açabilecektir. Çok yüksek tazminat ödemelerine Fransa'yı mahkûm ederken, kendileri de bundan kazanacaktır.
Bu konuda da hukuki tereddüt yoktur; daha hafif gerekçelerle bile, Türkiye'nin ve başkalarının ne kadar yüksek tazminatlar ödediği bilinmektedir.
Hükümete ne tavsiye edersiniz?
Hükümet, sözünü ettiğim organizasyonu şimdiden başlatmalıdır.
Bunun yanı sıra Fransa'nın "soykırım" iddiaları karşısında yürüttüğü mücadeleyi de tabii ki sürdürmelidir. Türkiye'nin kesin bir haklılığa sahip bulunduğu hukuk ölçütleriyle bunun bütünlenmesi Türkiye'nin konumunu güçlendirir.
Türkiye, İnsan Hakları Sözleşmesi'ni açıkça ihlal eden, bütün özgürlüklerin temelini oluşturmuş düşünce ve ifadeyi yasaklayıp cezalandıran Fransa'yı mahkeme önüne çıkarıp bunun hesabını sormalıdır.
Chirac'ın özrü şaka gibi
Fransız Devlet Başkanı Chirac'ın Başbakan Erdoğan'a telefon edip özür dilemesini nasıl karşılıyorsunuz?
Şaka gibi... Sayın Chirac, Türkiye'yi, Türk kamuoyu ve basınını, hepimizi ve en başta sayın Erdoğan'ı "saf" mevkiine koymuş. En küçük bir samimiyet ya da olumlu etki düşüncesi bulunsaydı, bu sözleri özel bir konuşmada değil, dünya medyası önünde söylerdi.
Yasağın henüz yasalaşmaması, yıl sonunda Fransız Senatosu'na gelecek olması, Türkiye'nin beklemesini gerektirir mi ?
Kesinlikle hayır... Avrupa'nın hukuk mercilerine başvuru hazırlığı, yabancı bilim adamlarının da katılımı ile derhal başlamalı, bu çalışmalar her aşamasında bütün propaganda araçlarıyla dünyaya duyurulmalı. Fransa devletinden, göze alabilmekteyse, hiç vakit kaybetmeksizin yasal süreci tamamlaması; sonuçlarına da katlanması talep edilmeli. Aynı şekilde, sivil toplum organizasyonu da, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne bireysel başvurular da şimdiden organize edilmeli.
Türkiye'nin iktidarı, Fransa'nın bu büyük ayıbını kabullendiği ölçüde, bunu başkalarının ayıpları izler. İktidar, benzer konularda kötü sınav vermiştir. Bu sefer farklı olsun istiyorum.
AB KONUSUNDA İSMAİL CEM'DEN 'KAYBETTİREN OYUN' UYARISI:
Batı, 500 yılın rövanşını alıyor
İsmail Cem, AB'nin Türkiye'ye yaklaşımını AKP dönemiyle birlikte değiştirdiğini, olası gelişmeler çerçevesinde Türkiye'nin AB üyeliğinin mümkün gözükmediğini söyledi ve ekledi: Türkiye'ye karşı tarihsel komplekslerinden, dinsel bağnazlıkla ırkçı titreşimlerden kurtulamayan bazı AB çevreleri, meydanı boş buldu ve adeta 500 yılın rövanşını almaya özeniyor
AB ile ilişkileri nasıl görüyorsunuz?
Avrupa Birliği (AB) ile ilişkiler, sonucu olmayan ve maalesef Türkiye'ye kaybettiren bir aldatmacaya dönüştü. "Türkiye'ye özel statülü, yarım üyelik veremezler" deniyor. Oysa, Türkiye'ye yarım üyelik, özel ve 2. sınıf konum, "sakıncalı üye" statüsü zaten verilmişti.
2004 AB zirve kararı ile AB anlayışının özü, vazgeçilmezi olan "serbest dolaşım ve çalışma hakkı" Türkiye'den esirgenmiş, AKP de bu eksik üyeliği kabullenmiştir. "Özel statü", "yarım üyelik" işte budur.
AB ile ilişkilerin düzelmesi artık çok zor; gelecekte kişilikli bir siyasi iktidar oluştuğunda bile çok zor.
AKP hükümetinin hataları
Neden bu duruma düşüldü?
İlk neden siyasal iktidarın, 2002 sonrasında inanılmaz bir zaaf ve teslimiyet içine girmesi. İkincisi, AB'nin bu olumsuzlukları acımasızca istismar etmesi ve AKP yönetiminin bunlar karşısında tepkisiz, çaresiz bir siyaset izlemesi...
AB, Türkiye'ye yaklaşımını AKP dönemiyle birlikte değiştirmiştir. Türkiye'ye karşı tarihsel komplekslerinden, sevgisizliklerden, dinsel bağnazlıktan ve ırkçı titreşimlerden kurtulamayan bazı AB çevreleri, meydanı boş bulmuştur. Bu çevreler, adeta 500 yılın rövanşını, kendilerince, almaya özenmekteler.
Dışişleri etkisiz mi kalıyor?
Bizim Dışişleri Bakanı'mız ve örgütümüz AB konusunda devre dışı bırakıldı. AB'ye ilişkin tüm stratejik kararlar, Başbakan ve birkaç özel danışmanı tarafından alınıyor. Kıbrıs konusunun ilk kez hukuki bir önkoşul olarak Türkiye tarafından teslim edildiği 2002 Kopenhag zirvesinde de, 2004 nihai kararında da, tek söz sahibi ve sorumlu Başbakan'dır. Maalesef, Türkiye'nin AB ilişkilerine ve uluslararası konumuna en büyük zararı bizzat kendi Başbakan'ı vermiştir.
Türkiye'nin bir gün AB üyesi olabileceğine inanıyor musunuz?
Gerçekler ve olası gelişmeler çerçevesinde, Türkiye'nin üyeliği mümkün gözükmüyor. AB'nin büyük ülkelerinden Fransa, hem Türkiye için referandum yapacağını hem de Ermeni "soykırımı" iddialarını kabul etmezse üyeliğini engelleyeceğini açıklıyor.
Chirac sonrasının devlet başkanı adayı Sarkozy, Türkiye'nin AB'ye girmesini önlemeyi misyon olarak görüyor. Fransız halkı, Türkiye'nin üyeliğine karşı çıkmak yarışında önde geliyor. Avusturyalılar ise "Türklerin Avrupa'ya girmesini tarihte biz engelledik, bugün de biz önleyeceğiz" diyor.
Bunların peşine takılacak bir dizi küçük ülke de söz konusu... Hayal görmemek gerekir.
AB ile ilişkiler kopmaz
Ne yapılabilir?
Öncelikle içteki güç dengelerindeki zaafı, dış dinamiklerle kapatmak özlemlerini ve kişiliksizliği, tarihin çöp sepetine fırlatmak lazım.
Öte yandan, halen AB ile her ne kadar en önemsiz konular müzakere edilmekteyse de bunları iyi niyetle sürdürmek ve yararlanabileceğimiz hususları öne çıkarmak gerekir. En önemlisi, AB ile anlaşmalarımızı, AB hukuku çerçevesinde AB ile birlikte gözden geçirip değindiğim yanlışları gidermek...
Bu farklı yaklaşımla AB ile ilişkiler kopmaz, bilakis sağlıklı bir ortama kavuşabilir. Türkiye, gereğinde ilişkilerin AB ya da Türkiye tarafından askıya alınabileceğini hesaba kattığını da muhatabına anlatabilmelidir.
En büyük kaygım azınlıklar konusu
Müzakere sürecinde sizi en fazla kaygılandıran nedir?
AB'nin azınlıklar konusunu ırkçı bir anlayışla Türkiye'nin önüne getirmesi, AKP'nin de bunu kabullenmesi...
Bu, Türkiye'de ırkçı süreçleri, etnik siyaseti, bölücülüğü özendiren ve güçlendiren bir yaklaşımdır. Bazı AB ülkeleri, bakanlığım döneminde de buna kalkışmıştı. Ancak, benimle birlikte bakanlıktaki tüm değerli arkadaşlarımın AB hukukuna dayalı kesin reddi ve "Gerekirse adaylıktan vazgeçeriz" uyarısı karşısında ısrarını terk etmişti. AKP iktidara gelince, aynı AB çevreleri, hemen her istediklerini, Türkiye'ye ilişkin metinlere koydurtmaya başlamıştır.
Bunlar diğer üyelerde rastlanmayan koşullar mı?
AB hukukunda azınlıklara çok genel çerçevede, herkesin benimsediği insancıl ölçülerle değinilir. Bunların ihlali durumunda AB devreye girer. Bu doğaldır, ayrıca gerçekçidir. Oysa 2004 kararlarında AB, Türkiye için yeni azınlık kategorileri isimlendirmiş, bunlara ilişkin talepler oluşturmuştur. Bunlar AB hukukunun tabii ki dışındadır.
Niye yapıyor AB bunu? Türkiye'yi bölmek için mi?
Hayır. Türkiye gibi, çevresindeki büyük coğrafyayı ve İslam dünyasını etkileyebilecek bir ülke üzerinde denetim kurabilmek, ona karşı koz oluşturmak için...
Tarih sürecinde Osmanlı'yı ve Türkiye'yi Balkanlar'dan, Ortadoğu'dan dışlamak amacıyla ustalıkla kullandığı azınlıklar kozunu, günümüz gerçeklerinde canlı tutabilmek için...
Ne değişti azınlıklar konusunda?
2000 Katılım Ortaklığı Belgesi'ndeki anlayış, hak ve özgürlüklerin "topluluklar"a değil, "yurttaş"a, "birey"e ait olduğudur.
Bu anlayışın temelinde Fransız hukuku vardır, Osmanlı geleneği ve cumhuriyet laikliği de bu yaklaşımı paylaşır. Hak ve özgürlükler, "topluluklar", "ırklar", "azınlıklar" değil; "yurttaş', "birey", "vatandaş" temelinde tanımlanmıştır.
AKP dönemiyle birlikte AB, azınlıklar üzerine ırk temelinde yeni bir yaklaşım ve terminoloji getirdi. Türkiye'de hak ve özgürlükleri, bazı üye ülkelerde ve Türkiye'de olduğu gibi "yurttaş temelinde" değil, "ırklar-etnik gruplar" temelinde tanımlayarak, bu tanımı 2004 belgelerine kaydetti. AKP de bunları benimsedi. Bu son derece tehlikelidir. Böyle bir gerilim ortamında AB ilişkilerinin gelişmesini beklemek boş hayalden ibarettir.
En Batı yanlısı iktidar
Türkiye'nin son zamanlarda Batılılaşma tercihini bırakıp yüzünü Doğu'ya çevirdiği belirtiliyor. Katılıyor musunuz?
Ben biraz farklı düşünüyorum. Türkiye, hem Asyalı hem Avrupalı olan birkaç ülkeden biridir; hem Batılı hem Doğulu olabilmek Türkiye'nin tarihsel önceliğidir. Bunun bilincinde olduğu durumlarda ve buna inanan liderlerle Türkiye her zaman kazanmıştır. İlginçtir, Mustafa Kemal bize "Avrupa" değil, "çağdaş medeniyet" seviyesine ulaşmayı hedef göstermiştir. Batı'nın demokrasisini, özgürlüklerini, ileri insan ve ekonomi ilişkilerini elbette paylaşalım. Ama aynı Batı'nın tarihteki gaddarlığını, bencilliğini, üstünlük ve aşağılık komplekslerini kendimize ölçü almayalım.
AKP iktidarı belki yüzünü, gönlünü Doğu'ya çevirdiğini sanıyor ama uygulama tam tersi... Böylesine Batı bağımlısı bir iktidarı Türkiye pek yaşamamıştır. Batılılar adeta oyun oynuyor bizim yöneticilerle; her türden haksızlığı, çifte standardı layık görüyor. Ancak iktidarımız, medyamız, karar oluşturan ve karar verenler genellikle bundan şikâyetçi değil; yani alan da memnun, satan da...
Mevlam bakalım n'eyler...
Hastalığınız nasıl ortaya çıktı?
2004 Nisan'ında, hekim dostlarım Dr. Mesut Çetinkaya ile eşinin ilgisi ve zorlaması sonucunda ayrıntılı tahlil yapılmıştı. Orada meydana çıktı. Cerrahi müdahalenin imkânsız olduğu bir yerde oluşmuştu. Bir süre New York'ta, sonra İstanbul'da tedavi gördüm. New York'taki gibi İstanbul'daki tedaviden de çok memnunum. Artık tedaviye Türkiye'de devam edeceğiz.
Tamamen iyileştiniz mi?
Hastalıklar için "yenildi" gibi tanımlar yapmak doğru değil. Bunu Allah bilir. Ancak, durumumda iyiye gidiş var. Umarım devam eder.
Vücutta bir hasar var mı?
Sağ bacağımda yürüme zorluğu devam ediyor. Hastalığın yan etkisi; ama aynı zamanda hareketsizlikten kaynaklanmış bir sonuç. Bunun fizik tedavisine henüz başlamadık; biraz beklemenin daha doğru olacağı, zamanla geçeceği belirtiliyor.
Son dönem çalışmalarınız neler?
Üniversite, yazarlık ve siyaset sürüyor. Bir de her durum ve koşulda devam eden fotoğraf çekme tutkusu...
3 ciltlik dış siyaset çalışmasının sonuna geldim. 3. ciltte Ortadoğu'yu inceliyorum. Bu, 16. kitabım olacak. Tamamlanırsa, Bilgi Üniversitesi tarafından 2007 sonlarında yayımlanacak.
Bilgi Üniversitesi'ndeki görevim çerçevesinde, gençlerle sürekli ilişkim oluyor. Onlara öğretiyorum ama en az bir o kadarını onlardan öğreniyorum.
Parti çalışmalarına katılıyor musunuz?
CHP'de Parti Meclisi üyesi ve Genel Başkan danışmanıyım. Ancak, iyileşme sürecinin zorlukları nedeniyle, partiye katkım sınırlı oluyor. Bazı konulardaki düşünce ve önerimi Genel Merkez'e ulaştırıyorum. Doktorum, en yoğun biçimiyle siyasete katılacak konuma gelmekte olduğumu belirtiyor. Ama biraz daha zamana ihtiyacım var; 1-2 ay içinde son kontroller tamamlanacak. Aslında, iyiye gidiyor da, yürümekte daha bir süre zorluğum olacak. Buna da katlanacağız.
İşte böyle... Hani demişler ya, "...Mevlam bakalım n'eyler; n'eylerse, güzel eyler..." Oğlu Kerim her an yanında İsmail Cem'le söyleştiğimiz günler boyunca oğlu Kerim Cem bir dakika olsun babasını yalnız bırakmadı. Evde hem yardımcısı hem de danışmanı gibiydi. Parti çalışmalarında, seçim kampanyalarında, tedavi döneminde de her daim babasının yanında olduğunu öğrendik.
ESKİ DIŞİŞLERİ BAKANI DIŞA DÖNÜK MİLLİYETÇİLİĞİ SAĞLIKLI BULUYOR:
CHP'nin milliyetçiliği olumlu
Toplumu meydana getiren unsurlar, 'Sen Lazsın, ben Kürdüm, öteki Çerkez, beriki Alevi, bir başkası Hıristiyan' gibi ayrışmaları körüklemekteyse, bu tarz kendine dönük milliyetçilik ciddi sorunlar yaratır. Buna karşılık, kendini başkalarından üstün farz etmek ve başkasının toprağına uzanmak gibi hastalıklara kapılmadan milletinin hakkını dışarıya karşı savunup haksızlıklara direnmek olumlu anlamda milliyetçiliktir
Genel olarak sol ve CHP Türkiye'nin AB üyeliğine karşı mı?
Bu, son zamanların moda olmuş mugalata (demagoji) örneklerinden biri... CHP, AB üyeliğinin öncüsü olmuştur, halen de öncüsüdür. Bu süreç rahmetli İnönü döneminde başlamıştır. 40 yılda yapılamayan, Aralık 1999'da, solun iktidarında başarılmış ve Türkiye'nin AB adaylığı gerçekleşmiştir. Bu noktaya, kapı kapı dolaşıp icazet aranarak ya da iktidarın Türkiye'nin iç dengelerindeki zaafını kapatmak için AB'nin her yanlışına "evet" denerek değil, gereğinde direnerek ve gereğinde 'hayır' denerek ulaşılmıştır.
Öyleyse bugün CHP neden AB sürecine muhalefet ediyor?
AKP teslimiyetçi politika izledi AB üyeliğini önemsediği için... AKP'nin teslimiyetçi ve kişiliksiz AB politikasının, Türkiye'yi AB'ye yakınlaştırmadığını, bilakis onu AB'den uzaklaştırdığını gördüğü için...
Zaten o yüzden, 2002 Kasım'ında iktidar devredilirken yüzde 70 olan AB üyeliğimize olumlu bakan vatandaşlarımızın oranı, bugün, 2006'nın ekim ayında yüzde 30'a gerilemiş durumdadır. Aynı zaman kesitinde, Türkiye'ye olumlu yaklaşan AB vatandaşlarının oranı da yüzde 30'ların üzerinden, yüzde 20'lere düştü... Doğrusu bütün ilgilileri kutlamak (!) gerekir...
CHP'nin milliyetçi bir çizgiye geldiğini düşünüyor musunuz?
Milliyetçilik, bir toplumun "kendi içine yönelik" ise zararlıdır. Yani, toplumu meydana getiren unsurlar, "Sen Lazsın, ben Kürdüm, öteki Çerkez, beriki Alevi, bir başkası Hıristiyan" gibi ayrışmaları körüklemekteyse, bu tarz kendine dönük milliyetçilik ciddi sorunlar yaratır.
Buna karşılık, bir toplumun "kendi dışına dönük" milliyetçiliği, kendini başkalarından üstün farz etmek, başkalarının toprağına uzanmak gibi hastalıklara kapılmamışsa, kendi milletinin hakkını dışarıya karşı savunuyor, dışarıdan gelen haksızlıklara direniyorsa, bu olumlu anlamda milliyetçiliktir.
Türkiye'nin hakkını arayan ve alan Milli Mücadele, dışa dönük, doğru bir milliyetçilik örneğidir. Ya da 1997-2002 döneminde, Türkiye'nin izlediği AB siyaseti, doğru milliyetçilik anlayışının, AB ile bütünleşirken, hakkımızı yedirmemek direncinin yansımasıdır; Türkiye'ye karşı ayırımcılığa, haksızlığa geçit vermemiş, hep saygı telkin etmiş bir siyasettir. CHP'nin milliyetçilik anlayışı budur.
Solda birlik için umutsuzum
1983'de Mitterrand'ın "Çağdaş çoğunluk" stratejisini Türkiye'ye tanıtmıştınız. Bugün solda birlik şansı görüyor musunuz?
Solun birlikteliğinden umudu kesmiş gibiyim; bunu çok denedik, fakat başaramadık. Nedenleri uzun, girmiyorum.
"Çağdaş çoğunluk" yaklaşımı, solun tarihsel gelişim çizgisiyle ve toplumların değişim özellikleriyle uyumlu olan, kendini öncelikle Avrupa'da kanıtlamış bir yaklaşım. Özeti şu:
Solun temeli olan emek, teknolojinin ve toplumların değişim sürecinde, daha kapsayıcı bir nitelik aldı. Malum, ilk başta sol olarak sadece mavi yakalılar (fabrika işçileri) vardı. Sonra beyaz yakalılar (büro çalışanları) işçi sınıfına dahil görüldü. Sonra, serbest meslek sahiplerinin bazı kesimleri, özellikle doktorlar, mühendisler, avukatlar, teknokratlar; ardından solun ilkelerini benimseyen, kendini solda niteleyenler, emeğin içinde ya da yanında tanımlandı. Özetle, sol ve emek kavramlarının sınırları genişledi, bu kavramlar daha kapsayıcı oldu.
Bu, bir bakıma kaçınılmaz bir oluşum diye yorumlanabilir. Temeldeki emek -sermaye çelişkileri sürmekle birlikte, bu çelişkinin niteliği ve insan hayatındaki önemi, teknolojideki, ekonomideki, sosyal ve siyasal hayattaki gelişmelerden etkilendi. Basit bir-iki örnek vereyim:
Temel tercihler yenilenmeli
Bugün, işçinin çocuğu da, burjuvanın çocuğu da benzer kot pantolonlar, gömlekler, saç modelleri ile ortalığa salınıp aynı pop konserlerinde aynı şarkıları benzer biçimde paylaşmaktaysa ya da solun uzun süre iktidar olduğu İsveç, İngiltere gibi ülkelerde, varlıksız ailelerin çocukları, varlıklıların çocuklarıyla neredeyse eşit eğitim imkanından yararlanabilmekteyse, hayata benzer koşullarda başlayabilmekteyse, o zaman, bazı çelişkiler, geçmişteki etkinliğinden kaybetmektedir.
Sol olarak, bu gelişmeler karşısında derdimize yanacak ve mücadeleyi bırakacak değiliz elbette; moda deyişin aksine değişmeyeceğiz elbette... Ama özümüzü korurken ve temel tercihlerimizi, eşitlik, özgürlük, cumhuriyetçilik, adalet, dayanışma önceliklerimizi aynen sürdürürken, yaklaşımlarımızı, yöntemlerimizi yenileyeceğiz ve çağa uyarlayacağız.
Emeklerim helal olsun
Gazetecilik, radyo-TV yöneticiliği, yazarlık, siyaset, diplomasi... Bu alanların hepsinde iyi izlenimler bıraktınız. Geriye baktığınızda nasıl bir muhasebe yapıyorsunuz?
"Verdiğim tüm emeklere helal olsun" diyorum. Verdiklerinin karşılığını hayattayken görebilen az sayıdaki mücadele insanından biriyim. Hele şu hastalıkta, vatandaşlarımdan olağanüstü yakınlık buldum. Siyasal görüşlerimi paylaşsın, paylaşmasın, vatandaşlarımdan gelen aynı ortak sevgiyi ve ortak duaları yaşadım. Bir mücadele insanı için bundan daha değerli bir karşılık olabilir mi?
Pişmanlıklarınız var mı?
Evet. Muhasebemin eksi tarafında, çocuklarıma ve aileme gönlümce vakit ayıramamak, eğitimlerine, gelişmelerine yeterince katkı yapamamak var. Bir mücadele insanının çocukları olmanın haksız bedeli bu...
Allah'tan, eşim çok yetenekli bir anne ve bilgili bir insan olarak bu açığı kapattı.
Bunları söylüyor, sonra da "Haksızlık mı ediyorum" diye düşünüyorum: On binlerce çocuğumuz, "siyaset suçlusu" babalarını hiç göremeden büyüdü; aileler perişan oldu. Bu durumda yakınmaya hakkım yok sanki...
AKP fırsatı kaçırdı
AKP'nin iktidar performansını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye'de bugün sağcısı solcusu, zengini yoksulu, işçisi köylüsü, memuru esnafı herkes gerilimsiz ortam ve barış istiyor. AKP bu yolda müthiş bir fırsatı ele geçirdi ve heba etti.
Oysa örnek de var: 1995-2002 döneminde sol, TBMM'deki sayısal zaafına rağmen, iç ve dış barışa dönük bilinçli politikalarla hem topluma rahatlık ve uyum getirdi, hem de bundan siyasal kazanç sağladı.
O yıllarda, Ecevit'in katıldığı yahut yönettiği koalisyon hükümetleriyle, CHP'nin, DSP'nin geliştirdiği yaklaşımlarla, toplumda bir barış ve anlayış rüzgârı estirildi.
O dönem solunun, inançlara saygılı laiklik anlayışı, Anadolu kaynaklarını da solun değerlendirmesi söylemi hatırlardadır. Bu yaklaşım, gerilimleri azaltmak yönünde olumlu sonuçlar vermiştir.
Aynı şekilde, 1997'de Türkiye dış siyasetini yenilerken, neredeyse bütün komşularıyla ve AB ile kavgalıydı. ABD, Türkiye'nin, parasını ödeyip Amerika'dan satın aldığı iki savaş gemisinin ABD'den çıkışına izin vermiyordu. Suriye'yle, Irak'la sorunlar diz boyuydu.
İran, Ankara Büyükelçisini, biz, Tahran Büyükelçimizi geri çekmiştik. Bulgaristan'la, Ermenistan'la sorunlar devam etmekteydi. Yunanistan, Türkiye'ye yönelik bölücülüğün mayalandığı başlıca mekân konumundaydı.
İki yıl içinde bu sorunlar büyük ölçüde çözüldü. Türkiye, içte ve dışta daha gerilimsiz bir ortama kavuştu; 1999-2002 döneminde, terör olayları da neredeyse son buldu.
Hükümetin hataları
Bizim zor koşullarda, eksik güçle ve koalisyon gerçeklerinde yapabildiklerimizin çok daha fazlasını AKP yapabilirdi; Türkiye'ye gerçekten anlayış, uzlaşma, iç ve dış barış yönünde adımlar attırabilirdi.
Meclis'in üçte ikisini oluşturan bir siyasal güç, saçma-sapan laiklik tartışmalarına, bitip tükenmez türban sorunlarına hem de taraf, hatta tahrikçi olarak katılmasaydı, Türkiye'nin değil, yandaşlarının iktidarı konumuna gelmeseydi, bunların yerine, laikliğin daha da gelişip yerleşmesine destek vereceğini, türban sorununun özünde sivil topluma ait olduğunu, cumhuriyetçilik, yurttaşların eşitliği gibi anlayışların inançlar bağlamında da gelişeceğini söyleyebilseydi, sözlerinin arkasında durabilseydi, bugün gerilimsiz, kendi içinde uzlaşmış bir Türkiye olurduk.
AKP, Başbakan'ın anlamadığı bir AB siyasetiyle AB ilişkilerini altüst etmeseydi, ABD'ye tutamayacağı sözler verip yakın tarihin en büyük askeri-diplomatik skandalına yol açmasaydı, yeterince düşünülmemiş beyanlarla ABD yönetimini çıldırtmasaydı, Türkiye'nin içinde ve çevresinde bir anlayış ortamı yaratabilirdi. Bundan, Türkiye gibi, AKP de yararlanırdı. Ne yazık ki, AKP, Türkiye'yi tam aksi yöne sürükledi.
İstenmeyen kişi Çankaya'ya olmaz
Sayın Erdoğan'ın kavgacı ve köşeli yaklaşımları, davranış özellikleri ve üslubu, Türk halkının zihnindeki cumhurbaşkanı imajı ile örtüşmüyor. Cumhurbaşkanı siyasetçi olabilir, taraf da, AKP'li de olabilir, ama toplumun büyük kesimlerinden ciddi tepki alan, "istenmeyen kişi" olamaz.
Sayın Erdoğan'ın bu konuyu fazla zorlamamasını doğru bulurum. Hele AKP 2007 seçiminde tek başına iktidar olamamışsa, cumhurbaşkanı yetkilerinin, parasal kaynaklarının tartışılıp kısılacağı tatsız bir döneme tanık oluruz.
Milliyet