LUX


Upuzun plajı enfes, çarşısı cıvıl cıvıl. Hafta sonu trafiği çekilir gibi değil ama ayarlayabiliyorsanız hafta içi bir gün mutlaka gidin, pişman olmayacaksınız

Ben 20 yıl sonra ilk kez Şile'ye gittim. Gördüklerime inanamadım. Bu Şile; eskiden hatırladığım sönük, rüzgarlı, bana pek de renkli gelmeyen Şile ne olmuş böyle? Sanki lise sınıfının en çirkin kızının yıllar sonra top model olup dergi kapağından göz kırpması gibi, sanki çıkmaz sokaktaki perili evin bir saray yavrusuna dönüşmesi gibi, sanki "bu et beyinli okumaz" denen çocuğun Harvard'da ders vermesi gibi...

Hatırladığım virajlı ve saatler süren yoldan eser yoktu, ummadığım kadar kısacık bir sürede vardık. Yollarda biraz kamyon trafiği fazlaydı, o kadar. Gerçi daha sonra dost çevresinden, Şile'nin hafta sonu trafiğinin çekilir gibi olmadığını öğrendim ama benimki gezi yazarı olmanın avantajı, hep hafta içinde yollardayım...

Üsküdar'ı çıkış noktası kabul edersek, sadece 50 km. sonra Şile'desiniz. Yol çoğunlukla otoban ama otobana dönüşmemiş noktalar yüzünden bir saatten fazla sürdü yine de. Biz bu sefer uğramadık ama yollardaki gözlemeciler pek lezzetli.
Şile'de kendimizi çarşıya attık önce. Arada kalmış eski, ahşap evler çok güzel. Dünyanın en lüks konutu bile bu evlerin yarattığı sıcaklık ve sarıp sarmalama hissini veremez herhalde. Şile'de hâlâ eski evler var, bazıları da gayet iyi durumda.

Şile bezi dünya pazarında
Şile'yi dünyaya tanıtan Şile bezi, çarşının da yıldızı. Aklınıza gelebilecek her türlü giyecek hazırlanmış. El tezgahlarında, pamuk ipliklerinden dokunan Şile bezi, deniz suyunda yıkanarak hazırlanıyor. Kendime bir gömlek aldım, hem de yakası açık olan modellerinden, çok rahat ettim.
13'üncü yüzyıldan kalma çeşmeyi inceleyip Fener ve Kale'yi gezdik. Şile deniz feneri, 1856 yılında hizmete açılmış. Gerçi Şile'nin neredeyse her yerinden görülebiliyor ama yine de gidip gezmek gerek. Türkiye'nin en büyük fenerlerinden biri. Fransız Fenerler İdaresi tarafından yapılmış. Bekçi her 2,5 saatte bir kuruyor feneri. Denizden 60 metre yükseklikte ve parlak ışığı 35 km.'den görülebiliyor.
Çarşıdaki bir tabela ilgimi çekti. Bir pub'ın önünde, "Buranın geliri ilköğretim okuluna bağışlanıyor" gibi bir yazı vardı. Çok hoşuma gitti, uzun uzun yazıyı seyrettim. Sonra plajlara gittik. Yine hafta içinin avantajı, rahatsız olunacak bir kalabalık yoktu. Birkaç tüp yanıyor, biraz ızgara kokusu geliyordu ama o kadar da olsun. Ayrıca civar koylar çok daha sessiz ve sakin. Biz dalgakırana gittik. Bir sürü lokanta, tekne-lokanta da var. Şile manzaralı deniz çok keyifli. Bir de şansımıza, hiç rüzgar yoktu, akşama kadar denizin tadını çıkardık. Tabii Karadeniz'e güven olmayacağını unutmamak kazım...

Gece, Ağlayan Kayalar'da oturup manzarayı seyrettik. Saatlerce. Ağlayan Kayalar'ın son derece arabesk ve ucuz bir hikayesi var. Yok iki aşık varmış, yok evlenmelerine izin verilmemiş, kendilerini burdan denize atmışlar, deniz bile o gün bugün ağlarmış... Almayayım!
Arkadaşlarımızın yazlık evinde, denize nazır, harika bir uyku çektik. Ertesi gün, hayatımda yediğim en lezzetli kurabiyeler ve hamur işleriyle kahvaltı ettik. Çarşıdaki fırından almışlar. Eve dönmeden önce ziyarette bulunmak için adını aldık: Emin Varol Simit ve Börek Fırını.
Civar köylerdeki mağaraları gezip Kumbaba'da biraz güneşlendikten sonra yola koyulduk. İki gün çok çabuk geçti. Soğuk rüzgarlar başlamadan, altın sarısı kumlarda gönlümüzce yürüyüp kendimizi denize atmak için birkaç haftamız daha var. Eylülün son haftasında ajandalarımıza Şile yazdık.

Tarihçe

Eski Yunancada Şile, yaban çiçeği anlamına geliyor. İstanbul kekiği olarak da bilinen bol kokulu bu bitki, bir zamanlar yörede bolca bulunurmuş. Yerleşim MÖ 7'nci yüzyıla kadar gidiyor. Frig, Roma, Bizans, Selçuk ve Osmanlı uygarlıklarında yerleşim olmuş. Türkler ancak Osmanlı zamanında yörede yaşamaya mavişehir arçelik servisi başlamış. Tarihte bir de şaşırtıcı ve üzücü ayrıntı var: 1918 Mondros Anlaşması'yla Şile İngilizlere bırakılmış. 1922 yılında tekrar Türklere geçmiş.